-9-
سورة البقرة
Bakara Suresi
“Elif Lam Mim’in manası ve takvalıların sıfatları:
Ayet sayısı 286 olan bu sûre, Kur’an’ın en uzun sûresi olup son ayeti Mina’da Veda Haccında, diğer ayetleri ise Medine’de nazil olmuştur.
1- ألم (Elif Lam Mim) telaffuzunda Arapça olarak sözcük sûrenin ismine bağlı olduğunu tercih ediyoruz. Böylece, bu surenin adı; Eliflammim El-Bakara’dır. Nitekim Kur’an’ı Kerimde bir takım sureler başlangıcında geçen harflerle isimlendirildi. Misal olarak: ق Kaf suresi, ص Sad suresi, طه Taha suresidir v.s.
2- ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ “İşte bu kitab/Kur’an hakkında, onda her hangi hiç bir şüphe yoktur. Aynı anda takvalılar için bir hidayettir.” (Bakara 2)
Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna dair her hangi bir şüphe yoktur. Çünkü hiç bir Arap veya Arapça bilen kimse bunun gibi söyleyemedi. Onlara meydan okudu. Araplar onun gibi söylemeyi ve yazmayı denediler. Fakat onun benzerini getiremediler. Zaten, tarih boyunca ve bu güne kadar Arapların bütün söyledikleri şiirler ve yazdıkları yazılar duruyor. Bunları Kur’an’la karşılaştırsak hiç bir şiir parçası veya bir edebiyat parçası Kur’an’a benzemez, onun seviyesine ulaşamaz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in sözleri olan sözlü hadisleri ve bunlardan bir kısmı mütevatir hadisleri Kur’an’la karşılaştırırsak bunların Kur’an’a benzemediğini görürüz. Bunun manası; Kur’an Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem dahil olmak üzere Araplardan değildir. Böylece, Kur’an’ın Allah’ın sözleri olduğuna dair her hangi bir şüphe yoktur. Aynı anda, bu Kur’an takvalılar için bir hidayettir. Allah’a ve Kur’an’a inanıp Allah’tan korkanlara Allah doğru yolu gösterir. Allah’tan korkmanın manası; onun azabından korkarak onun emirlerini uygulamak ve nehyettiklerinden vazgeçmektir. Bu takvalıların vasıflarını üçüncü ve dördüncü ayette anlatıyor:
الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ… “Onlar ki gaybe inanırlar…” (Bakara 3)
Gayb ise; duyu organlarıyla hissedilemeyen şeylerdir. Çünkü düşünebilmek için vakıa veya varlığı duyu organları vasıtasıyla hissetmek gerekir. Bununla beraber önbilginin bulunması lazımdır. Buna göre akıl, önbilginin var olmasıyla birlikte duyu organlarıyla vakıa veya izini beyine nakletmektir.
Böylece akıl yoluyla idrak edilmeyen hususlara inanmak takvadan bir parçadır. Fakat bu gaybi hususlara akıl yoluyla sabit olan Kur’an’a dayanarak inanılır. Bununla beraber, mütevatir hadis ile sabit olan konular gayıptan sayılır. Misal olarak; Kıyamet günü, haşr ve neşr, hesap, cennet, cehennem, cennetteki nimetler, cehennemdeki azab, melekler, cinler, şeytanlar ve benzerleridir. Kesin şekilde sabit olan Mütevatir hadislerde gayb ile ilgili varit olan konulardan Havz (havuz veya nebür) ve Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in şefaati gibi hususlara inanırız.
Gayba inanmak insanın ne kadar Allah’a, Kur’an’a ve Resule inandığını gösterir. Bir insan gerçek şekilde bunlara inanırsa bunların gaybtan verdikleri haberlere inanır. Zira; bunların varlıklarına akılla kesin şekilde inandığı için bunların doğru söylediklerine inanır. Bir kimsenin gaybi hususlarla şüphesi varsa bu kişinin gerçek inanmadığı gösterir. İsra hadisesi gayb ile ilgili idi. Allah Celle Celaluhu bu olayla inananları imtihan etti. Fakat kesin olarak inanmayanlar İslam’ı terk ettiler. Ama Ebu Bekr Radiyallahu Anh gibi gerçek şekilde inananların imanları arttı. Kafirler Ebu Bekr’e dediler ki; “Senin arkadaşın Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem gerçekten saptı, Kudüs’e bir gece içerisinde gidip döndüğünü söylüyor.” Ebu Bekr Radiyallahu Anh dedi ki; “Eğer bunu o söylediyse doğrudur.” Kafirler dediler ki; “Nasıl inanırsın böyle şeye, oysa Kudüs’e gidebilmek ve dönebilmek için bir ay zamana ihtiyaç vardır?” Ebu Bekr Radiyallahu Anh şöyle cevap verdi; “Yedinci gökten Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e vahiy geldiğine inanıyorum, nasıl Hz. Muhammed’in bir gece içerisinde Kudüs’e gidip döndüğüne inanmayacağım?”
İşte bu suretle insan, kendi mahdut ve kısa ömrünün hudutlarını aşan zaman ve mekânın ötesinde büyük bir kuvvetin var olduğunu hisseder. Görünen ve görünmeyen kâinatın ötesinde kâinattan daha büyük bir mahlûkatın bulunduğunu, bu varlıkların Ondan (Allahtan) sudur ettiğini ve onun tarafından var olduklarını anlar. Bu suretle de kavrayamayacağı şeylerle meşgul olmaktan ve faydasız işlerden uzak kalır. Onun üzerine düşen gaybı akıl kudretinin fevkinde olan diğer kudrete bırakmak ve gerekenleri Âlim ve Habir olan, görüleni ve görülmeyeni bilen Allahu Teâlâ’dan öğrenir.
İşte, gaybe inanmak, gerçek şekilde inanmanın işaretlerindendir. İnsanın Allah’a, Resulüne ve Kur’an’a inandığını gösterir.
Takvalıların sıfatlarını yansıtan husus namazı kılmaktır. Namaz kılmak imanın işaretlerinden ve meyvelerindendir. İnsan her gün beş vakitte Allah karşısında zillet gösterir, ona eğilir, sücut eder ve ona yalvarır. Hem de bunu yapabilmek için abdest alarak temizlenip taharetli olur. Allah karşısında temiz ve taharetli olarak durur. İnsan bunu yaparsa Allah’a ne kadar inandığını ve boyun eğdiğini gösterir.
Burada; taharet ve temizlenmek konusu geçtiği için arasındaki farkı göstermek istiyorum; Taharet; renksiz, kokusuz ve içine her hangi pislik veya her hangi bir katkı veyahut maddenin karışmadığı tertemiz suyla, üç defadan fazla belli organlar üzerine bu suyu dökmekle ve Allah’a bir ibadet yapmak niyetiyle gerçekleşir. Normal temizlenmek ise; her hangi bir suyla, bu suyun rengi ve kokusu ne olursa olsun gerçekleşir. Yalnız bu şekilde ibadet yapılmaz. Sadece taharetle ibadet yapılır.
Yine, takvalıların vasıflarından biri şudur;
قُلْ إنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزقَ لِمَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ ويَقْدِرُ لَهُ وما أنْفَقْتُم مِنْ شَيئ فهوَ يَخلِفُهُ وهو خَيْرُ الرَّازِقِين.
“De ki; Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe 39)
Allahu Teâlâ, insana rızık verirken bunların nerede harcanacağını da gösterir. Çünkü mülk sahibi, rızk veren kendisidir. Öyleyse sadece kendisi insana verdiği rızkı ve mülkü nerede harcayacağını gösterir. İnsan gerçek mümin ise buna inanır. Bu imanın bir parçasıdır. Böylece, Allah’tan korkan kimse ancak mülk sahibi olan Allah’ın gösterdiği yerlerde harcar. Kendisine, ailesine, akrabalarına, arkadaşlarına, muhtaçlara, İslam davetine, cihada ve benzerlerine harcar. Bunlara harcamamak ise cimriliktir. Cimrilik haramdır. Kim bu nedenle cimrilik yaparsa takvalı olamaz. Ama şu hususta da dikkatli olunmalı: Cömert olan istediği şekilde ve bolca harcayan demek değildir. Ancak Şeriatın gösterdiği kimselere ve konulara harcamak cömertliktir.
Haram yollarda harcamak az olsa da israf ve savurganlık olarak değerlendirilir.
Burada rızkın manasını açıklamak istiyoruz. Rızk insanın eline geçirdiği her maldır. Lügatte rızkın manası; vermektir. Böylece insanın aldığı her mala rızk denilir. Helal veya haram yolla alınan mal rızk sayılır. Fakat haram yolla elde etmek caiz değildir, haramdır. Haram yolla elde etmek ise takvalılığa terstir. Bundan dolayı, takvalıların elde ettikleri malları helal yolla kazanmış olmaları gerekir. Ancak bu suretle o maldan harcarlar. Onlar ellerindeki servet ve paraların öz sahibinin Allah Celle Celaluhu olduğunu tâ başlangıçta itiraf ederler. Bilirler ki sahip oldukları şeylerin yaratıcısı kendisi değildir. Bunların hepsi rızık olarak Allah Celle Celaluhu tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. Bu bahşedilen rızkı helal yolla elde etmek onların sıfatlarındandır. İşte bu sıfat onları cimrilik ve egoistliğin batağına düşmekten kurtararak cömertlik, sevgi ve kardeşlik bağına yöneltir. Ali ibn Taha Radiyallahu Anh İbni Abbas Radiyallahu Anh’tan;
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ “Rızk olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” (Bakara 3) ayetinin manasını “Mallarından zekâtlarını verirler demektir” şeklinde nakletti.
4. ayette de Allahu Teâlâ takvalıların niteliklerinden bahsetti:
والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ “Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.” (Bakara 4)
Kur’an’a inanmak İslam akidesinin temellerindendir. Zira İslam akidesi, şeriat ve metodu bu kitapta anlatılmaktadır. Takvalı olabilmek için Kur’an’a uymaya zorunludur. Eski kitapların Kur’an tarafından neshedilmesine rağmen onların daha önce indirildiğine inanmak gerekir. Bunun manası, yaratıcı yarattığı insanları ihmal etmedi. Hep onlara Resuller ve onlarla beraber kitaplar indirdi ki Allah karşısında mazeretleri kalmasın ve son Resulle beraber kitabı indir ki, bütün insanlara tebliği edilmiş olsun. Ayrıca Allah Celle Celaluhu karşısında mazeretleri kalmasın. Eski kitaplarla ilgili bilgiyi ancak Kur’an’dan alırız. Artık o kitaplar ortada yoktur, sadece Kur’an bize onları anlatır. Eski kitaplara inanmak gayba inanmaktan bir parçadır. Çünkü onların varlığı şu an aklen ispatlanamaz. Bu ayetin devamında şöyle buyurmaktadır:
وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ … “Takvalılar kesin şekilde ahirete inanırlar.” (Bakara 4)
Çünkü insanların müstakbeli ve geleceği ahirettir. Ahiretin manası sondur. Bu dünya geçicidir. Bunu terk edip başka hayata geçeceğimize inanmak insanın hayatını etkiler. İnsan hep onu düşünür. Zira insan hep gelecekten endişelidir. Fakat gerçeğini öğrenirse rahat olur mutlu olur. İnsan geleceğinin kesin ölçülerle kazanacağını öğrenince daha da rahat olur. Bu ölçüler bellidir; takvalı olmaktır. Onun için takvalıların sıfatlarında ahirete kesin şekilde inanmanın olduğunu göstermiştir. Müminlerin temel vasıflarından birisi de görmediği halde ahirete iman etmesidir. Bu hakikat, insanın başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını ve kendi keyfiyetine bu dünya hayatına terk edilmediğini öğretir. Bu dünya hayatının ancak bir imtihan yeri, hakiki hayata geçen bir geçit, ebedi olan hayatın ahiret hayatı oluşu düşüncesi takvalıların en bariz vasıflarıdır. Bu takvalıların ne olduklarını gösterirken yalnız kendilerinin doğru yolda olduklarını şöyle gösterildi:
أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ… “İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler.” (Bakara 5)
Hidayet; doğru yolu bulmaktır. Şu var ki Allah’u Teâlâ, burada takvalıların veya hidayet üzere olanların bütün sıfatlarını göstermedi. Başka ayetlerde daha geniş şekilde gösterdi. Kur’an’ın üslubu bir veya birkaç ayette özetle bir konuyu anlatır fakat başka ayetlerde daha geniş bir şekilde değinir. Bazen, bir münasebet nedeniyle her şeyi anlatmaz, bazen de bir münasebetle yalnız tek bir şeyi anlatır. Bunların hidayet üzere olduklarını bildirirken şöyle de bildiriyor:
وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ve işte onlar felaha kavuşanların ta kendileridir.”
Felah; başarmak veya kazanmaktır. Buna göre ayetin manası, imtihanı kazananlar bunlardır. Çünkü insan dünyaya imtihan edilmek için gönderildi. Böylece, bunlar imanlarının ve salih amellerinin neticesini kazandılar. Bu netice ise Allah’ın rızasını kazanmak ve cennete girmektir. Dünyada kazandıkları şey mutluluktur. Mutlu olmak veya saadetin manası; daimi itminan ve huzur içerisinde bulunmaktır.
Buna göre takvalılar, hem dünyada hem ahirette huzurlu olurlar. Sürekli saadetli olurlar. Zaten insanın amacı budur. Bu ise, ancak ve ancak takvalı olmaktan geçiyor.
İbn Ebu Hatim Ebi Hamza’dan nakleder ki, o şöyle demiştir: “Ben Ebu Vail’in yanında oturuyordum, o sırada biri geldi, ona Ebu Afif derlerdi, bu ise, Muaz’ın arkadaşlarındandı, Şakik ibn Seleme, ona; Ey Ebu Afif bize Muaz ibn Cebel’den söz etmez misin? Dedi. O, evet söz ederim dedi ve devam etti, Muaz’ın şöyle dediğini işittim: “Kıyamet günü insanlar bir yöreye hapsedilirler, bir münadi: müttakiler nerede? Diye seslenir. Onlar Rahmanın koruyuculuğu altında kalkarlar, Allah Celle Celaluhu kendisini onlardan saklamaz gizlemez.” Ben dedim ki; muttakiler kimlerdir? O da; “Şirkten ve putlara tapınmaktan kaçan sırf Allah Celle Celaluhu’nun rızası için ihlâsla ibadet eden kişilerdir, topluluklardır. Onlar cennete girerler.” dedi.