112

Allah’ın varlığı akli delillerle ispatlanır mı?

Onu düşünmek farz mıdır?

Allah’a iman neyi gerektirir ve neticeleri nelerdir?

Akli delillerle Allah’ın varlığını ispatlamak:

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِوَالأرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, in­sanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemi­lerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yay­masında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bu­lutları yönlendirmesinde düşünen bir kavim (insanların topluluğu) için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok de­liller vardır.”  (Bakara 164)

Allahu Teala, insanların düşüne­rek ve akıllarını kullanarak inanmala­rını istemiştir. Bu nedenle, insanın his­sede­bileceği varlıklara ve durumlara dikka­tini çekmiştir. Zira düşünmek için his­sedilebilecek vakıa veya varlığın bu­lunması gerekir. Gökler, yeryüzü, gece ve gündüzün değişmesi, denizde yürü­yen gemiler, yeryüzünü canlandı­ran yağmur, yeryüzünde yürüyen her türlü varlık, rüzgârların esmesi birer vakıa ve hissedilen varlıklardır. İnsan ancak bu­nları ve benzerlerini algılaya­bilir. İnsan, ancak hissedilenleri düşünür ve gerçeği yakalaya­bilir.

Allahu Teala kendi varlığını is­patlamak için yarattığı, hissedilen şey­leri insanlara gösteriyor ve bunları düşünmeye çağırıyor. Ayette saydığı hususlar hakkında, düşünenler için deliller olduğunu bildirmiştir.

Arapçada ayetin manaları şunlardır: işaret, alamet, kılavuz, mucize ve delildir. Her ayet bir delildir. Böylece bunlar Allah’ın varlığını gösteren birer delil­ler­dir, birer mucizelerdir denilebilir. Çünkü insanlar bunları yaratmadı ve bunlar bir şey yaratamaz. Böylece insan aciz olur. Bunların bir yaratıcısının olmasının gerekliliğini idrak eder.  

Kuran’da Allah kendi varlığını ispatlamak üzere her konuyla ilgili yüzlerce ayet indirdi, insanı düşünmeye çağırıyor ve kendisine düşünerek, delileri görerek onun inanmasını talep eder, hatta bunu zorunlu kılar; aklı delillerle iman etmesini farz kılar.

Bir varlık, ya doğrudan beş duyu organlarıyla veya organların bir kıs­mıyla veyahut da izleriyle idrak edilir. Misal olarak; bir yerde bir hırsızlık, bir cinayet olursa parmak izleri incelenir, bu şekilde hırsızın veya cinayeti işleyenin kim olduğu bilinebilir. Oysa hırsız veya katil doğrudan görülmemiştir. Kapalı bir yerde iken görmediği halde arabanın veya uçağın veyahut trenin sesini du­yarak bunların varlıkları bilinebilir. Bir koku kokladığı zaman bunun bir yerden geldiğini düşünüp araştırır.

İşte insan, gökler, yeryüzü ve bunlar üzerinde yürüyen veya bunlar üzerinde hareket eden bütün varlıklar aciz, sınırlı, eksik ve muhtaçtır. Aciz­likleri; yoktan bir şey yaratamadıkla­rından, sınırlılıkları; her şeyin hacmi, uzunluğu, büyüklüğü ve gücünün sınırlı olmasındandır. Muhtaçlığı ise; alakaları düzenleyen kanunun ve her şeyin başka bir şeye muhtaç olmasından anlaşılır. Böylece bütün hissedilen var­lıklar eksik oldukları gibi kendisini ta­mamla­yacak başka bir şeye muhtaçtır. Ken­dilerini meydana getiren güce muhtaç haldedirler. Zira kendi kendi­lerini var edemiyor, bir varlık başka bir varlığı yoktan var edemiyor ve aciz ka­lıyor. Bundan dolayı bunları yaratan bir var­lığın olması zorunluluğu ortaya çık­mış olur. Öyle olmaması halinde bu varlık âleminin nasıl meydana geldiği konusu müphem kalacaktır ve akılda bir sürü çözülemeyen sorular doğura­caktır. Kendiliğinden olması veya tesa­düfen meydana gelmesi akla ve ger­çeğe ters düşer ve de kaçamak bir ce­vap olur. Böylesi bir yanıt insanları ha­yali, man­tık yürütme ve boş tartışma­lara sevk eder. Çünkü bu iddiada bulu­nanların ellerinde somut ve hissedilir delilleri yoktur. Sadece hayali, varsa­yımlar ve teorilere dayanmaktadırlar. Bu iddiaları ne aklen ne de bilimsel olarak ispatlanamaz. Gerçeği kabul etmeyen kimseler ancak hayali ihti­maller sunar. Görüşlerini ispatlayacak varlık âleminden ve vakıalardan hiçbir delil ortaya koyamazlar. “Milyonlarca sene önce düşen protin taşının düş­mesi sonucu daha sonra madde üze­rinde gelişme başladı” şeklindeki iddi­aları ne akla ne de bilime yatkın bir görüştür. Böyle hayali ihtimali iddia eden ortaya çıkarsa ona bu taşı kimin yarattığı sorulacaktır. Tesadüfen meydana geldi diyerek kaçamak cevabı verir.

Ayette “düşünen kavim” ifadesi geçti; Arapçada kavim ise adam veya insanların topluluğunun manasını taşır. Düşünen insanlara hitap ettiği için düşünmeye davet ediyor,  içerik olarak düşmeyenleri yeriyor, sanki onlara sizi muhatap almıyorum diyor. Nitekim düşünmeyenler inat edip vakıada hissedilen delilleri başka tarafa çevirerek, eğip bükerler ve reddederler, fantezilerin ve ispatlanamayan faraziyelerin peşindedirler. Bu nedenle Allahu Teala onları bir çok ayette azapla tehdit ediyor, artık düşünmemeye ceza vardır. Bu nedenle İslam’da düşünmek farz kılındı, aynı zamanda da büyük ibadet sayıldı. Zira insan ancak düşünmekle gerçekleri idrak eder, meseleleri kavrar ve kalkınır, hayvan mertebesinden yükselir. 

İşte İslam akidesinin temeli akılla ve kesin delilerle ispatlanır, böylece akidesi akla mutabık, uygun olur. Çünkü bu deliller gerçektir, vakıada mevcuttur, hissedilir. Hayali veya fantezi değildir. Kim hakla derin ve aydın şekilde düşünürse muhakkak bunu keşfeder ve Allah’ın varlığına inanır. Hem de Allah’ın vahdaniyetine inanır, onun bir ortağının olduğunu veya onu bir yaratılmış şeyde cisimleştirmeyi reddeder. Zira öyle şeyin olması akla terstir. Nitekim insanların çoğu bir yaratıcının var olduğunu hissederler, ancak çoğu şirk koşarlar. Çünkü hisle, duygu ve vicdanla inandılar, akıllarını çalıştırmadılar. Aklı çalıştırmadan ve akli ispatlar yapmadan, vakıadaki delileri düşünmeden sırf hisle veya vicdanla veyahut yüzeysel düşünmek şirke götürür. Bu kişilerin imanı ufak bir olayda veya bir tartışmada sarsılır. Ama vakıaya mutabık akli delillerle inanan kimselerin imanı sarsılmaz hale gelir.

Bu nedenle vakıaya mutabık akli delilleri kullanarak aydın şekilde düşünmek ve düşündürmek gerekir. İslam davetini taşıyanlar İnsanlara akli delileri göstererek ve onların dikkatlerini var olan şeylere çekip düşündürerek Allah’ın varlığını ispatlamaya ve imanı güçlendirmeye çalışırlar. Bu iman sağlam ve güçlü olursa mümin kimse güçlü ve mutlu olur, hiç bir kompleksliği olmaz, bir sıkıntı veya bir derdi olursa bu imanla hızlı bir şekilde çözer ve Allaha tevekkül eder.

Allaha iman edenler devleti bu esasa bina ederler, Allah’ı devletin işlerinden ayırmazlar, bütün kanunları Allah’ın vahyettiğinden alır ve bütün siyasetleri bu imana göre yürütür. Allahtan korku olur ve adalet gerçekleşir. Mümin kimseler Allah mabetlerde ve vicdanlarda bulunur, ama başkanın sarayında,  bakanlıkta, mecliste, devletin kuruluşlarında, dairelerinde ve mahkemelerinde bulunmaz, burada milletin hâkimiyeti vardır, Allah’ın hakimiyeti yoktur demezler, yoksa mümin olamazlar, böyle söyleyenler Allaha gerçek manada inanmış değiller. Toplumdaki ilişkiler de bu imana dayanır, bu şekilde toplumda yüksek değerler yayılır, ruhani, ahlaki ve insanı değerler yayılır. Maddi değeri ihmal etmezler, madde ile ruhu mezcederler, Allah’la bağı idrak ederek dünyevi ihtiyaçlarını temin ederler. İşte gerçek manada Allaha iman bu doğru neticeleri meydana getirir.