Köklü Değişim dergisi ile Hizb-ut Tahrir ve davet çalışmaları bağlamında yapılan röportajın ikinci ve son bölümü:
Biraz güncel gelişmelerle ilgili bir-iki sorumuz olacak. “İsrail” ile normalleşme adımları… Bilindiği üzere daha önce Camp David ve Oslo anlaşmaları ile “İsrail” ile normalleşme adımları atılmıştı. BAE’nin “İsrail” ile yaptığı son anlaşma aslında tüm Arap ve bölge yönetimlerinin bugüne kadar gizli yürüttükleri ilişkilerin aleni yürütülmesi sürecine girildiği anlamına mı geliyor? Bunun “Yüzyılın Anlaşması”yla ilgisi var mı? Bu yönetimler bu cüreti nereden alıyorlar?
Evet, bu yönetimlerin Yahudi varlığı ile gizli ilişkileri vardır ve bu ilişkileri çoktan beri kurdular. Mesela, Katar 1995’te ticari büro açtı. Skandal olunca Katar yönetimi “2000’de kapattık” dedi fakat Yahudi varlığı, “hayır, kapanmadı” dedi ve hâlâ da açıktır. Gazze’ye yardım etmek bahanesiyle Yahudi varlığı ile temas etmektedir. Bütün rejimler içerik olarak Yahudi varlığını tanıdı. Zira “İki devlet” planını kabul ettiler. Bu plan, Filistin’in, %80’inin Yahudilerin ve %20’sinin de Filistinlilerin olmak üzere iki devletin kurulmasını gerektiriyor. Bu planı 1959’da ABD ortaya koydu. Onu uygulamak üzere 1964’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Mısır’a kurdurdu. Bu örgüt ve Arap yönetimleri Filistin’i kurtarma hususunda hiç ciddi değillerdi, halkı ümitsizliğe düşürüp, teslimiyet gösterip Yahudi varlığı ile suni savaşlar yaptılar. 1967 Savaşı’nda Yahudi varlığına yeni güç ve toprak kazandırdılar. 1973’te Yahudi varlığı ile barışı sağlamak üzere bir savaş başlatan Mısır Cumhurbaşkanı Sedat bunu açıkça itiraf etti. Bu nedenle 1979’da Mısır ile Yahudi varlığı arasında ABD Camp David anlaşmasını gerçekleştirdi. Bu şekilde bu varlığı ilk tanıyan Mısır oldu.
1988’de FKÖ lideri Arafat Filistin topraklarının %20’si üzerinde Filistin devletinin kurulması planını kabul ettiğini ilan etti. Buna binaen 1993’te Oslo Anlaşmasını imzaladı ve Yahudi varlığını resmen tanıdı. Bu şekilde Yahudilerin gasp ettikleri Filistin topraklarından %80’inin onlara ait olduğunu tanıdı. Sedat’ın ihanetinden daha büyük ihanet işledi. 1994’te ABD, Ürdün ile Yahudi varlığı arasında Vadi Arabe Anlaşmasını sağladı, kral Hüseyin bunu imzaladı. Böylece Ürdün rejimi açıkça Yahudi varlığını tanımış oldu; diplomatik ve ekonomik ilişki kurdu.
2002’de Suudi Arabistan veliahdı Abdullah adıyla ABD’nin çizdiği iki devlet planını uygulamaya karşı Arap devletlerinin Yahudi varlığını tanımaya hazır olduklarını içeren “Arap Planı” adı altında bir plan çıkarıldı. Arkasında Lübnan başkenti Beyrut’ta bir Arap camiası zirvesi yapıldı, bütün Arap devletleri bu planı kabul etti.
2008’de ABD Suriye ile Yahudi varlığı arasında barış anlaşmasını sağlamak üzere Türkiye’ye vekâlet verdi. Erdoğan bu iki taraf arasında arabuluculuk yapmaya başladı. Az kaldı aralarında bir anlaşma sağlanacaktı fakat bu senenin sonuna doğru Yahudi varlığı Gazze’ye saldırınca görüşmeleri devam ettiremeyip imzalayamadılar.
Birkaç ay önce 29 Ocak 2020’de ABD Başkanı Trump “Yüzyılın Anlaşması” adlı bir plan çıkardı. Bunu gerçekleştirmek üzere ABD Arap yönetimlerin Yahudi varlığını resmen tanımalarını sağlamaya başladı. Arap Emirliği bunu kabul etti.
Türkiye 1949’da Yahudi varlığını tanıdı, bütün ilişkileri kurdu, Erdoğan bununla ilişkisini pekiştirdi hatta bu ilişkiyi “Türkiye-‘İsrail’ ilişkisi hayatidir” diyerek niteledi.
İslâm dünyasındaki bütün rejimler resmî olarak veya içerik olarak Yahudi varlığını tanıyor. Hepsi bu ihanet içerisindedirler.
Bu yöneticiler iktidara gelmeden önce Yahudi varlığını kabul edeceklerine ve ona karşı gelmeyeceklerine dair söz verirler. Bunların gayesi iktidarda kalmaktır. Bu nedenle ABD onlara baskı yapınca kendilerine halklarından tehlike görmeyince hemen o varlığı açıkça tanıyıp onunla ilişki kurarlar. Buna göre her an, her bir yöneticinin böyle açık bir ihanet etmesi beklenir.
Ayrıca şu anda Trump seçimlerde sıkışıyor, korona krizi onu ve ABD’yi yeni bir krize soktu. Anketler onun karşıtı olan Biden’ın onu geçtiğini gösteriyor. Bu nedenle Trump seçimi kazanabilmek için bazı başarıları gerçekleştirdiğini göstermek istiyor. Bu nedenle Arap devletlerinin Yahudi varlığını tanımasını sağlamak istiyor. Zira çıkardığı “Yüzyılın Anlaşması” kâğıt üzerinde bir mürekkep olarak kalacaktır. Zira uygulanması mümkün değildir. İki devlet planı uygulamaya daha elverişli iken ABD 60 senedir çalıştı fakat uygulayamadı. Bu hedefle geçen 24-25 Ağustos’ta ABD Dışişleri Bakanı Pompeo Sudan, Bahreyn ve Umman’ı ziyaret edip bunların hemen Yahudi varlığını resmen tanımaları ve bununla barış anlaşmaları yapmalarını istedi. Fakat bu devletler şu an için hazır olmadıklarını gösterdiler.
ABD’nin amacı, kurduğu Yahudi varlığının, İslâm dünyasının kalbinde kendisine ait bir üs olarak kalmasını sağlamak üzere, İslâm memleketlerine onu kabul ettirip korumak ve ilelebet yaşatmaktır. Nitekim onu kendisinden bir parça sayıyor. Kuruluşundan bugüne kadar himayesini ve bütün ihtiyaçlarını sağlıyor, en gelişmiş silahları veriyor.
Bununla; Yahudi varlığının kurulmasıyla İslâm dünyasının kalbine saplanmış zehirli bir hançer olarak kalması, onun vasıtasıyla Müslümanların birleşmesini, kalkınmasını ve Hilâfet Devleti’nin kurulmasını engelleme amacını güdüyor. Bu varlık ABD ve Batı dünyası için bir köpek olacak; ABD’ye ve Batı’ya karşı çıkan Müslümanlara saldırtılacaktır. ABD, Yahudi varlığını koruma bahanesiyle bölgeye her an müdahale yapabilecek. Bu şekilde Sykes-Picot anlaşmasına binaen ve Lozan Anlaşması’nda sömürgecilerin İslâm memleketlerini böldükleri şekilde durumlarını devam ettireceklerdir. İslâm beldeleri de onların pençeleri altından hiçbir zaman kurtulamayacak. İşte bunun için Yahudileri kullanıyorlar! Allah’ın izniyle yakında Hilâfet Devleti kurulunca ABD ve Avrupa bize karşı Yahudileri kullanacaklar, onları feda edecekler. Zira onlar savaşamıyorlar, Irak, Suriye ve Afganistan’dan çekildiler, kendi yerlerine kendi hesaplarına başkalarının ölmesini tercih ediyorlar. Trump bunu açıkça söyledi.
Diğer bir güncel mesele Ayasofya’nın açılmasının ardından gündeme gelen Hilâfet tartışmaları. Siz bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tartışmalar yapay mı yoksa toplumun taleplerini ifade eden gerçeği yansıtan tartışmalar mı?
Bu tartışmalar gerçektir, yapay değildir, toplumun taleplerini yansıtır. Zira Hizb-ut Tahrir’in ektiği tohumlardır ve meyve vermeye başlamıştır. Hizb-ut Tahrir’in 60 senelik çalışmasının semeresidir. Bu halkın isteğidir. Hizb-ut Tahrir ümmetin hissini temsil ediyor, bunu ümmete hatırlattı. Türkiye’deki Müslümanlar ümmetten bir parçadır ve bu Müslümanlar şanlı tarihlerini hatırlamaya başladılar. İslâm’la müşerref olunca İslâm sancağını taşımışlardı. Bu nedenle Kahire’de Memluklerin tahakkümü altında bulunup güçsüz olan son Abbasi Halifesi Muhammed El-Mutevekkil 1517’de Yavuz Selim’e halifeliği devretti. Bunu ona bir emanet olarak teslim etti. Osmanlılar bu emaneti layık şekilde taşıdılar. Ümmette zafiyet başlayınca II. Abdülhamid devleti kurtarmaya ve kalkındırmaya ciddi şekilde çalıştı. Fakat Batı fikirlerinden etkilenen kimseler İngiltere’nin tetiklemesiyle 1909’da Abdülhamid’i devirdiler. Batı fikirlerinden etkilenen İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler siyaseti anlamayan ve Batıya hayran olan ahmak kimselerdi. Devleti doğru dürüst şekilde yönetemediler, kâfir sömürgecilere karşı başka kâfir sömürgecilerin yanında yer aldılar ve devleti I. Cihan Harbi’ne soktular. Hâlbuki İslâm buna müsaade etmez. Abdülhamid bu sömürgecileri birbirlerine karşı çatıştırmayı siyaset edinmişti, bu şekilde devleti 33 sene korudu ve onu kalkındırmaya başladı. Batıya hayran olan ahmaklar devleti hezimete uğrattılar ve kaçtılar. İngilizler İstanbul’a girdiler, halifeyi kendi tasallutları altına aldılar. Mustafa Kemal’i kahraman yapıp desteklediler. Zira onların adamı idi. Ona her türlü imkânı tanıdılar. Zira Hilâfet’i yıkmak üzere onunla anlaşmıştılar.
Mustafa Kemal mecliste Hilâfet’i ilga etmek istediği zaman ezici çoğunluk reddetti fakat bu adam meclisin kabul ettiği yalanını söyleyerek Hilâfet’in ilgasını ilan etti. Bu nedenle Hilâfet’in ilgası yasal değildir. Ayrıca ilanı şöyle yaptı: “Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan makam-ı Hilâfet mülgadır.”
Halkı kandırmak üzere Batı’dan ithal ettiği cumhuriyet ve hükümet sistemini Hilâfet’e benzetti hatta aynısı olarak kabul etti. Mana ve mefhum olarak onunla bir saydı! Peki, aynı ise niçin Hilâfet’i ilga etti ve onu isteyenlere karşı savaşı ilan etti? Yüzbinlerce Müslüman’ı katletti! Adam hep yalan ve zorbalığı kullandı. İngilizlerden destek alarak ümmetle, diniyle, şeriatıyla savaştı ve baş farz olan Hilâfet’i yıktı.
Laiklik ve demokrasi yapaydır. Diktatör Mustafa Kemal zorla ve zorbalıkla halka bunu dayatmaya çalıştı. Onun yolunu izleyenler de aynı şeyi yaptılar. Hâlâ halkı kandırmaya çalışıyorlar. “Laiklik İslâm’a zıt değildir, bağdaşır, dini korur.” gibi yalanlar sarf ediyorlar. Oysa laiklik dini hayattan, devletten, siyasetten, ekonomiden, eğitimden ve devletin her hususundan ayırır. Bu ise tamamen küfürdür.
“Demokrasi İslâm’a uygundur.” yalanını söylemeye başladılar. Müslümanlara yutturmak üzere İslâm’daki seçim ve şûraya benzettiler. Oysa demokraside asıl olan halkın hâkimiyetidir, İslâm’da hâkimiyet Allah’ındır, O’nun şeriatınındır.
Bu nedenle cumhuriyet, hükümet, laiklik ve demokrasi yalanla ve zorbalıkla halka dayatıldı. Halk bunların yapay, gerçek dışı, yalan olduğu hakikatini idrak edince aslına dönmeye başladı.
Aynen Ayasofya’nın yalanla ibadete kapatıldığı ve müzeye çevrildiği gibi. Mustafa Kemal bir yalan söyleyerek 1930’da Ayasofya Camii’nde restore yapacağız diyerek onu 1935’e kadar kapatıp sonra müzeye çevirdi.
İşte Mustafa Kemal, onun takipçileri ve izinde olanlar, bütün aldatma ve yalanlarıyla beraber yerin dibine düşecektir, zaten düşüyorlar. Allah’ın izniyle ümmetimiz tekrar Hilâfet’e ve davetçilerine sahip çıkacak, sarılacak, onların liderliğinde onu kuracaktır.
ABD’nin ekonomik ve siyasi durumu, İngiltere’nin AB’den ayrılması ve AB’nin parçalanmaya gittiği süreçte devletlerarası siyasi boşluğun oluştuğundan söz edebilir miyiz, sizce bu boşluğu kim nasıl doldurabilir?
Bu boşluğu doldurabilecek olan devlet İslâm Hilâfet Devleti’nden başkası değildir. 2014’te “Devletlerarası Durumda Siyasi Boşluk” kitabımızda 2008’den itibaren açık şekilde ABD’nin gerilemeye başladığını, birinci büyük devlet merkezinin sarsıldığını ve makamdan düşmeye başladığını belirledik. Diğer büyük devletlerin bu merkezi veya makamı dolduramayacaklarını vurguladık. Şimdi ise bu durum daha da fazla pekişti. Geçen 15 Temmuz 2020’de yazdığım “Amerika’daki Gelişmeler ve Gelişmelerin Devletlerarası Konuma Etkisi” başlıklı uzun makalede ABD’nin düştüğü kötü durumu ve acziyetini delillerle gösterdim. ABD bu durumdan kendi kendisini hiçbir şekilde kurtaramaz. Gün gittikçe daha da fazla kötüye gidiyor. Korona virüsü de onun çürüklüğünü yansıtıyor.
Britanya Afrika’da ve Asya’da eski müstemlekelerinde ajanları olmasaydı Hollanda gibi bir devlet olurdu. Bu ajanlar vasıtasıyla hem nüfuz sahibi oluyor hem de çıkarlarını temin etmeye ve ekonomisini desteklemeye çalışıyor. Fakat bu nüfuz çok fazla zaafa uğradı ve daha da zayıf olacaktır. Son senelerde birçok nüfuz alanını kaybetti veya bu alanlarda çok zayıfladı. Ekonomisi çok berbattır. Korona krizi onun da ne kadar zayıf olduğu gösterdi. Avrupa Birliği’nden ayrılış kararında işlediği büyük hatanın neticelerini çekmeye başladı. Ayrılış onun kötü durumunu kurtarmaz. Askeriyesi daha kötü durumdadır, silahlarını modernize edemiyor, hatta nükleer silahlarına bakım yapamıyor, yeni füzeleri geliştirmede başarısızlık göstermektedir. İç durumu da iyi değildir, bölünme tehdidi altındadır, Kuzey İrlanda ve İskoçya her an ayrılabilir. Dolayısıyla birinci büyük devlet olmaya imkân yoktur.
Fransa’nın durumu daha iyi değildir, Afrika’daki eski müstemlekelerine dayanıyor, onları sömürüyor. Oradan tasfiye edilirse İtalya gibi bir devlet olur. Birinci devlet olamaz.
Rusya çok silaha sahip olmasına rağmen Sovyetler Birliği döneminde birinci büyük devlet olamadı, geriledi ve düştü. Şimdiki durumu daha kötüdür.
Çin’den bir şey beklenmez. En fazla bölgesel büyük devlet olur. Siyasi ufku ve uyanıklığı çok zayıftır, dünyaya mesajı yoktur, halkı büyük devlet olma hissine sahip değil.
Almanya büyük devlet olmaya çalışıyor fakat birinci büyük devlet olmaya aday değildir. Bundan çok geridedir.
Özetle yola çıkmış gelen İslâm Hilâfet Devleti dışında bu boşluğu dolduracak bir büyük devlet yoktur. Birinci büyük devlet olmaya, her türlü imkâna sahiptir. Allah’ın izniyle kurulur kurulmaz hemen inkişaf olacak ve birinci devlet merkezinde oturacaktır.
Son olarak Türkiye’deki okuyucularımıza iletmek istediğiniz mesajınız nedir, neler söylemek istersiniz? (Gençlere yönelik, Türkiye’nin içinden geçtiği bu süreçte izlemeleri gereken üsluplar vs. açısından tavsiyeleriniz nelerdir?)
Hizb-ut Tahrir her memlekette olduğu gibi Allah’a hamdolsun Türkiye’de de sayı, nitelik, yayılma ve tesir açısından eskiye nazaran kat kat ilerleme kaydetti. Gençlerin yaptıkları ve yapmakta oldukları ameller küçümsenemez, tersine övünür türdendir, Allah’a hamdolsun. Birçok şeyde başarı gösterdiler. Fikren ve siyaseten kavrayışları üstündür, fedakârlıkları büyüktür, fikirlerine ve şer’î hükümlere bağlıdırlar. Çalışmalarına mukabil Allah’ın rızasından başka bir şey beklemiyorlar. Zira fedakârlık gösterirken bir maddiyat, bir menfaat almıyorlar, beklemiyorlar. Tersine bu dava uğrunda zarar görüyorlar, sıkıntı çekiyorlar fakat hiç aldırış etmiyorlar. Bu hususlar, imanlarının ne kadar güçlü olduğu, davalarına ve liderliklerine ne kadar güvendiklerini gösteriyor. Aksi hâlde bunu yapamaz ve hiç fedakârlık gösteremezlerdi. Gerçekte onlar Rasulullah SallAllahu aleyhi ve Sellem’in Sahabelerine benzerler.
Diğer partiler ve gruplar laik sistemin ilkelerine bağlı oldukları veya ona karşı gelmediklerinden dolayı serbest çalışıyorlar, her türlü imkâna sahip oluyorlar. Bu nedenle daha yaygın oluyorlar. Fakat Hizb-ut Tahrir bu sistemi kaldırıp yerine İslâm sistemini getirmek için açıkça çalıştığı için mensuplarını her yönden sıkıştırıyor, hizbi duyurmamaya çalışıyorlar, ona karşı menfi propaganda yürütüyorlar, çokça yalan ve iftira uyduruyorlar, gençleri ezip hapse atıyor ve yargı zulmüne uğratıyorlar.
Bu iki duruma karşı nasıl çalışma yapılır?
Bir taraftan biz hizb ve gençleri olarak Allah’ın nimetiyle üstünüz, diniyle izzetliyiz ve ondan fışkıran fikirle güçlüyüz, metodumuz sahihtir, Rasulullah SallAllahu aleyhi ve Sellem’in dosdoğru yoludur. Bu nedenle kendimize, hizbimize ve liderliğine çok güveniyoruz, Allah’ın vaadine ve Rasulullah SallAllahu aleyhi ve Sellem’in müjdesine sınırsız güveniyoruz. İşte bu güven çalışmaya devam etmenin sırrıdır. Hiçbir kuruluş bizim kadar fikirleri derin araştırmadı ve billurlaştırmadı. Siyaseti aydın şekilde kavramadı, İslâmi sistemleri belirginleştirmedi, sorunları tespit edip İslâm’dan çözüm göstermedi. Hizb bütün engellere ve sıkıntılara rağmen hiç taviz göstermedi. Bu nedenle öz güvenimiz vardır.
Öte yandan bizi bir yerde hapsedip yüzümüze kapıları kapatmaya çalışıyorlar hatta ağızlarımıza kilit vurmayı deniyorlar. Bize karşı olumsuz propaganda yürütüyorlar, sesimizi duyurmamak üzere her vesileyi kullanıyorlar.
Rasulullah SallAllahu aleyhi ve Sellem kendisine ve hizbine karşı aynı şey yapılınca nasıl davrandı? Sahabeleriyle daha azimkâr ve ısrarlı olup daha fazla hareketli oldular; değişik yerleri aramaya ve kapıları çalmaya başladılar. Zira Allah O’na yolu gösteriyordu.
Aynı şeyi yapmak gerekir, yeni yerlere gitmek ve yeni kimselerle temas etmek, yeni üslup ve vesile aramak, sosyal medya ve internette var olan imkânları kullanmak, ileri gelen ve tesirli kimseleri kazanmak veya onların desteğini sağlamak, sair Müslümanları yanımıza çekmek, kendi varlığımızı hissettirmek ve varlığımızı duyurmak üzere gayret sarf etmek gerekir. Her gencin bu davaya katkısı olmalıdır. Nitekim her genç birçok şey yapabilir, dolayısıyla tüm imkânlarını kullanmalıdır.
Müslümanların yanlış kanaat, görüş ve fikirlerini güzel üslupla düzeltmek ve doğru fikir göstermek için gayret sarf etmemiz gerekir. Zira onlar bizim ümmetimizdir, onlarla çatışmaktan uzak kalmak gerekir. Nitekim çatışma dış küfür güçlerle, onlara bağlı otorite ve iç güçlerle, fikirleriyle ve sistemleriyle olur. Ümmetimizin aleyhine çevirdikleri entrika ve çizdikleri sinsi planlarını ortaya çıkarıp ümmete liderlik ederek o güçlere karşı amansız mücadele etmek yolumuzdur.
Batıl üzerinde olanlar İslâm’a karşı sürekli çalışırken bizler hak üzerinde olduğumuz hâlde nasıl durabiliriz veya gevşeriz veyahut onlara teslimiyet gösteririz? Oysa onların bizden istedikleri budur. Aslında kâfir güçler çok yıprandı, hayatları çok berbattır, toplumları çürüktür, aileleri huzursuz ve parçalanmış, mutsuzdurlar, içlerine virüs ve kurt girmiş, çürük tahtlarını kemiriyor. Onlar çok zayıftırlar, dağılıp yok olmaya mahkûmdurlar. Çözüm arıyorlar, kurtarıcı bekliyorlar. İslâm Hilâfet Devleti kurulunca onlara çözüm gösterecek, dalalet ve bedbaht hayattan onları kurtaracaktır.
Herhangi bir münasebet olursa Müslümanlar İslâm’ı istediklerini gösterirler, İslâm’ın uygulanmasına ve Hilâfet’in kuruluşuna hazır olduklarını İslâmi duyguları kullananları seçmeleriyle gösteriyorlar. 1950’lerde Menderes ezanı aslına döndürdüğü ve camileri açtığı zaman Müslümanlar onu seçtiler. 1960’larda ve 1970’lerde Demirel “Biz Menderes’in yolundan gidiyoruz” diyerek İslâmi duyguları kullandığında defalarca onu seçtiler. 1980’de Turgut Özal İslâmi duyguları kullanınca askerlere rağmen defalarca onu da seçtiler. Yine bu nedenle Erbakan’ı 1996-1997’de seçtiler, İslâmi duyguları ve İslâm hükmüne özlem zirveye ulaştı. Erdoğan’ı da bu nedenle defalarca seçtiler ve hâlâ iktidardadır. 15 Temmuz’da terörist Kemalistler ile Gülenciler darbe teşebbüsünde bulunduğunda Müslümanlar buna karşı İslâmi sloganlarla ve camilere sığınarak namazla ve tekbirle karşı geldiler. Erdoğan samimi olsaydı hemen Hilâfet’i ilan ederdi. Bütün ümmet onunla beraber olurdu. Ama öyle yapmadı, küfür olan demokrasiye saygı yürüyüşlerine çağırdı. En son Ayasofya Camii tekrar ibadete açılınca Hilâfet gündeme geldi ve Hizb-ut Tahrir’e bağlandı. Olanlar hemen hemen her Müslüman memlekette aynı şeydir. Bunun manası Türkiye’de olduğu gibi her memlekette ümmet İslâm’ın uygulanması ve Hilâfet’in kurulmasına hazırdır.
Bütün bu olaylarda görülen İslâm’ın ve Hilâfet’in potansiyel kamuoyu gücünün var olduğudur. Bu her münasebette ortaya çıkabilir. Bu nedenle Hizb-ut Tahrir Hilâfet’i kurabilecek durumdadır; Allah’ın izniyle bu an meselesidir, faaliyetlerimizi çoğaltalım ve hızlandıralım, Allah’a ihlasımızı daha fazla gösterelim ki Allah bize zaferle ikram etsin, imkân ve otorite sağlasın. Allah Subhânehû ve Teâlâ Rasulü’nden Mekke’deyken şöyle dua etmesini istedi:
[وَّاجۡعَلْ لِّىۡ مِنۡ لَّدُنۡكَ سُلۡطٰنًا نَّصِيۡرًا]
“Deki: Bana senin tarafından nusret verecek bir sultan (otorite, güç) kıl!” [İsra Suresi 80]
Bunun manası nusret verecek otoriteyi kazanmak üzere çalış ki Allah sana bunu temin etsin demektir. İşte nusret, bir otoriteyi kazanmak Hilâfet’in kuruluşuna dair bir delildir. Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem nusreti kazanmak üzere çalışmayı başlattı, bu şekilde Allah ona nusret verecek bir güç kıldı ve devleti kurmasına yardımcı oldu.
İslâm davetini yüklenmek ve Hilâfet’i kurmaya çalışmak namaz gibi bir farzdır hatta baş farzdır. Ölüme kadar nasıl namaz kılmaya devam ediyorsak aynı şekilde ölüme kadar daveti yüklenmeye, Hilâfet’i kurmaya çalışmak ve Hilâfet kurulduktan sonra onu korumayla mücadeleyi sürdürmemiz elzemdir ve en büyük farzdır. Çünkü birçok farzın edası, İslâm’ı korumak ve yaymak, Müslümanları himaye etmek ve kurtarmak, izzetli yaşatmak bu devletin varlığına bağlıdır. Zira bu ibadetten bir parçadır, sabırlı, sebatlı ve azimkâr olmak, Allah’ın yardımına da güvenmek şarttır. Zaferin yolu budur.
[وَاعۡبُدۡ رَبَّكَ حَتّٰى يَاۡتِيَكَ الۡيَـقِيۡنُ]
“Ölüm sana gelinceye kadar rabbine kulluk et!” [Hicr Suresi 99]
Esad Mansur.