– 21 –

Allah’ın Kaderini ve Azametini Tanımak

Kur’an’ı sırf kâğıtlardan oluşan bir kitap hâline getirenler,

Bunun bir kısmını açıklayıp çoğunu saklayanların durumu,

Bunlarla tartışma üslubu,

Mekke’nin “Ümmü’l-Kura” sayılması,

Daveti yayma yerleri ve genişletilmesi,

Bu yerlerde yapılacak çalışmalar,

Örnek edinilecek kişilerin bulunması.

وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدۡرِهٖۤ اِذۡ قَالُوۡا مَاۤ اَنۡزَلَ اللّٰهُ عَلٰى بَشَرٍ مِّنۡ شَىۡءٍ ؕ قُلۡ مَنۡ اَنۡزَلَ الۡـكِتٰبَ الَّذِىۡ جَآءَ بِهٖ مُوۡسٰى نُوۡرًا وَّهُدًى لِّلنَّاسِ‌ تَجۡعَلُوۡنَهٗ قَرَاطِيۡسَ تُبۡدُوۡنَهَا وَتُخۡفُوۡنَ كَثِيۡرًا‌ ۚ وَعُلِّمۡتُمۡ مَّا لَمۡ تَعۡلَمُوۡۤا اَنۡتُمۡ وَلَاۤ اٰبَآؤُكُمۡ‌ؕ قُلِ اللّٰهُ‌ۙ ثُمَّ ذَرۡهُمۡ فِىۡ خَوۡضِهِمۡ يَلۡعَبُوۡنَ‏ ﴿۹۱﴾  وَهٰذَا كِتٰبٌ اَنۡزَلۡنٰهُ مُبٰرَكٌ مُّصَدِّقُ الَّذِىۡ بَيۡنَ يَدَيۡهِ وَلِتُنۡذِرَ اُمَّ الۡقُرٰى وَمَنۡ حَوۡلَهَا‌ ؕ وَالَّذِيۡنَ يُؤۡمِنُوۡنَ بِالۡاٰخِرَةِ يُؤۡمِنُوۡنَ بِهٖ‌ وَهُمۡ عَلٰى صَلَاتِهِمۡ يُحَافِظُوۡنَ‏ ﴿۹۲﴾ 

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla, gereği gibi tanımadılar. Şöyle dediler: ‘Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi.’ De ki: ‘İnsanlara nur ve hidayet olarak Mûsâ’ya kim kitabı indirdi? Siz onu kâğıtlardan oluşan bir kitap hâline getiriyorsunuz; bir kısmını açıklıyorsunuz ve çoğunu gizliyorsunuz. Siz ve babalarınız, bilmediğiniz şeyleri (bu kitaptan) öğrendiniz.’ De ki: ‘Allah (bu kitabı indirdi).’ Sonra onları, içinde daldıkları saçma oyunlarda oynamaya bırakıver.” (En’am, 91)

“Bu da (Kur’an), indirdiğimiz mübarek bir kitaptır; daha önce indirilen kitapları tasdik eder. Bununla ‘Ümmü’l-Kura’ (Başköy/Mekke) ve etrafında kim varsa onları uyarasın. Ahirete inananlar buna iman eder ve namazlarına dikkat ederler.” (En’am, 92)

Daha önceki ayetlerde Allah, kâfirlere karşı İbrahim’in ciddi, sebatkâr, akidevi mücadelesini ve kullandığı üslupları sergilemiştir. Ona nebî olarak hibe ettiği çocukları ve ondan sonra gelen bazı nebîlerin isimlerini saymış, bunların tümünün benzer bir sebatla akidevi mücadele vererek doğru yolda devam ettiğini bildirmiştir. Ardından, Rasûlullah Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem‘in de onları örnek alması talep edilmiştir.

Bu, bizim için de bir örnektir. Zira insanlar daima kendileri ve yaptıkları işler için örnekler arar, onların yaptıkları gibi yapmak isterler. Rasûlullah Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem‘i örnek edinmeyenler, başka örnekler aramaya başlarlar. Kâfirler ise kadim siyasetçileri, düşünürleri ve ünlü kişileri örnek alır, taklit eder ve onların sözlerini hatırlarlar.

Kâfirler, Allah’ın kaderini, üstünlüğünü ve azametini hakkıyla, gereği gibi hiç bilmediler, tanımadılar. Allah’ın her şeye kâdir olduğunu idrak edemediler. Kendi güçlerine bakıyorlar, her şeyi yapabileceklerini zannediyorlar. Kendilerine bu gücü verenin Allah olduğunu düşünemiyorlar. Yalnızca kendi güç ve zekâlarıyla bunu elde ettiklerini sanıyorlar. Oysa Allah, onlara verdiği zihni ve bedeni güçleri her an geri alabilir ve onları yok edebilir. Ancak başlarına büyük bela ve musibetler geldiğinde ve bundan kurtulamayacaklarını anladıklarında geçici olarak Allah’a yönelirler.

Aklen derin ve aydın şekilde düşünerek Allah’ı idrak edenler, O’nun azametini anlar ve ne kadar güçlü olduğunu fark ederler. Bu nedenle O’nu yüceltir, her şeyden üstün kılar, sadece O’na tevekkül eder, güvenip dayanırlar. O’nun indirdiği kitaplara ve gönderdiği rasûllere inanırlar. Çünkü insanlar, ne kadar dahi ve keskin zekâ sahibi olursa olsunlar, sağlam, dengeli, köklü çözüm gösteren bir kitap ortaya koyamaz ve bir düzen belirleyemezler. Çünkü tarih, toplumlarının âdet ve gelenekleri, çevreleri, yaşadıkları hayat tarzı ve edindikleri kültürlerden etkilenirler; zevklerine, heva ve heveslerine meyleder, çıkarlarını düşünürler. Buna göre fikir ve düzen oluşturmaya çalışır, kitaplar yazarlar. Fakat bu düzen ve fikirler, zamandan zamana ve çevreden çevreye değişir ve değiştirirler. Laiklik, demokrasi, komünizm ve sosyalizmi ortaya atanlar da bu insanlardır.

Mekke’deki müşrikler de bunlara benziyordu; kendi sistemlerine, âdet ve geleneklerine bağlıydılar. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem‘in peygamberliğini ve Allah’tan getirdiği Kur’an’ı inkâr ederek, “Allah bir beşere hiçbir şey indirmedi” dediler.

Oysa Mekke müşrikleri, Mûsâ ve Tevrat hakkında bilgi sahibiydiler. Bunlara tabi olmasalar da inanıyorlardı ve Yahudilerle iyi ilişkileri vardı. Buna rağmen İslam’a ve Rasûl’e kin besleyen bazı Yahudi hahamlar, nefislerinin haset duygusundan dolayı müşriklerin sözlerini desteklediler ve Kureyş’in Rasûlullah’a karşı söylediklerini tekrar ettiler.

Allah, Rasûlü’ne şu şekilde söylemesini vahyetti: “İnsanlara nur ve hidayet olarak Mûsâ’ya kitabı kim indirdi? Kim Tevrat’ı indirdi? Yoksa böyle bir kitap yok mudur ve Mûsâ gibi bir peygamber hiç mi olmadı?!”

Hani siz Mûsâ’ya ve ona indirilen Tevrat’a inanıyorsunuz! O hâlde bu şekilde konuşarak Mûsâ’ya ve Tevrat’a kötülük ediyorsunuz! Zaten siz gerçek anlamda inanmıyorsunuz. “Bunu da kâğıtlardan oluşan bir kitap hâline getiriyorsunuz, bir kısmını açıklıyorsunuz ve çoğunu gizliyorsunuz.”

Allah, onlara en güzel cevabı vererek bize etkili bir tartışma ve karşı koyma üslubu öğretiyor: “Siz buna inandığınızı söylerken, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i kıskandığınız için ‘Allah bir insana bir şey indirmedi’ diyorsunuz. Böylece kendi peygamberinizi ve kitabınızı inkâr ediyorsunuz! Zaten siz gerçekten inanmıyorsunuz. Tevrat’ı sadece kâğıttan bir kitap hâline getiriyorsunuz, süslüyorsunuz, öğreniyorsunuz, fakat onu uygulamıyorsunuz.” Cuma Sûresi 5. ayette geçtiği gibi, âlimleri kitapları taşıyan eşeklere benzetti. Aynı zamanda çıkarlarınıza, heva ve heveslerinize göre bir kısmını gösterir ve çoğunu gizlersiniz. Mâide Sûresi 70. ayete ve ilgili tefsirimize bakabilirsiniz.

Bu asırda zalim ve kâfir yönetimlerin desteklediği sahte hocalar da böyledir. Kur’an’ın bir kısmını açıklarlar, fakat çoğunu gizlerler. O lanetli hahamlar gibidirler. Hem Kur’an’a inandıklarını söylerler hem de İslam’daki yönetim, hilâfet, ekonomi, cezai hükümler, cihat, iç ve dış siyaset, yargı sistemi gibi devletle ilgili hükümleri gizlerler.

 “Allah, indirdiği kitaptan bir şeyi saklayanları lânetledi ve bunu para karşılığında gizleyenler, kıyamet gününde karınlarında yedikleri parayı ateş olarak hissedeceklerdir.” (Bakara, 159 ve 174). Bu ayetlerin tefsirine dönebilirsiniz.

“Allah’ın indirdiği kitaplardan siz ve babalarınız bilmediğiniz şeyler öğrendiniz.” Allah, Rasûlullah döneminde yaşayan Yahudilere hitap ederek, “Siz ve babalarınız cahildiniz, Allah hepinizin bilmediği şeyleri Tevrat’tan öğretti.” buyurdu. Yine, Cuma Sûresi 2. ayette geçtiği gibi, Araplara hitap ederek “Siz ve babalarınız cahildiniz, şaşkın hâlde idiniz. Allah sizi Kur’an’la kurtardı ve bilmediğiniz şeyleri öğretti.” buyurdu.

Bütün insanlık da aynı durumdadır; cahil ve şaşkındır. Allah onları Kur’an ile kurtarır, öğretir ve hidayete erdirir. İlk insan olan Âdem Aleyhisselâm da bir şey bilmiyordu, Allah ona eşyaların hakikatlerini öğretti ve ona vahyetti.

“Ve Âdem’e isimlerin tümünü öğretti.” (Bakara, 31).

 İlmin aslı Allah’tandır; sonra insanlar buna göre düşünmeye başlar, araştırma yapar, hayatı geliştirir ve sorunlarını çözerler. Fakat bazı insanlar saparak ters düşünmeye başlar. Aralarında sapık kişiler çıkar ve onları doğru yoldan saptırırlar.

Yahudi hahamlar ve Hristiyan rahipler değişik nedenlerle kitaplarını tahrif ettiler. Müslümanlar arasında da Hint veya Yunan felsefesinden ya da Batı kültüründen etkilenenler, çıkarcı sahte hocalar veya yöneticilere bağlı âlimler Kur’an’ı ve hadisi tahrif etmeye çalıştılar. Allah, Kur’an’ı ve ona bağlı olarak sünneti korumasaydı, İslam da Yahudilik ve Hristiyanlık gibi tahrif edilmiş bir din hâline gelirdi.

Allah, dinini ihlâslı ve samimi âlimlerle korur. Bu âlimler, sapık kişilere ve sahte hocalara karşı çıkar, Kur’an ve sahih sünneti gösterir ve büyük bir mücadele verirler.

“Onlara de ki: ‘Ey Rasûlüm! Allah Tevrat’ı indirdiği gibi bu Kur’an’ı da indirdi.’ Sonra onlarla fazla tartışma. Onları içinde daldıkları saçma, sinsi ve kötü oyunlarında oynamaya bırak ve onlardan uzak dur. Çünkü onlar ciddi değiller; sadece inat ve kibirle böyle konuşuyorlar. Yoksa onlar hakikati bilirler, sana indirilen kitabın Allah’tan olduğunu kesinlikle biliyorlar.”

İnat ve kibir gösterenlere bu şekilde davranılır; hak söylenir ve onlardan uzak durulur. Çünkü onlarla fazla tartışmanın bir faydası olmaz. Kâfirlerin iki çeşidi olan müşrikler ve ehl-i kitap, inat ve kibirlerine karşı Allah Kur’an’ı indirdiğini vurguladı. Bu kitabın mübarek olduğu ve daha önce indirilen kitapları tasdik ettiği pekiştirildi.

Onların yalanlamalarına aldırış etme, çünkü gerçeği biliyorlar. Öyleyse onlarla tartışmaya gerek yoktur, sadece onlara doğru olanı duyur. Bu asırda İslam’ı ve içindeki hakikatleri inkâr etmeye veya bir kısmını gizlemeye çalışanlarla fazla tartışmamak gerekir. Kur’an’ın bütün ayetlerini olduğu gibi, net şekilde, açıkça ve yüksek sesle duyurmaya çalışmak elzemdir. Aynı zamanda onların yanlışlarını da göstermek gerekir.

Bu Kur’an mübarektir, Hükümleri hayırlıdır, hayır getirir, güzel ve iyi olanı içerir. Onun tatbikatı, uygulaması hayırlı ve iyi sonuçlar doğurur; dünyada ve ahirette mutluluğu ve saadeti temin eder.

Kur’an Allah tarafından indirildi. İbrahim’in sahifeleri, Tevrat, Zebur ve İncil de O’nun tarafından indirildi.Hepsi Allah’tandır. O hâlde bunlara iman birdir. Böylece Kur’an, o kitapların varlığını ve içerdiklerini doğrular. Ancak “Biz sana da kitabı hak ile, kendisinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları koruyucu (muhaymin) olarak indirdik.” (Mâide, 48). Bu ayetin tefsirinde açıkladığımız gibi, Kur’an önceki kitapları tasdik ettiği gibi, onlara egemendir ve hükümlerini neshetmiştir. Artık sadece Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem‘in şeriatı geçerlidir ve yalnızca onunla hükmedilir. Aynı surede her rasûlün bir şeriatı ve bir metodu olduğu bildirilmiştir, fakat artık sadece İslam şeriatı ve metodu geçerlidir. “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.” (Mâide, 49). Burada açıklandığı gibi, akide birdir ve değişmez.

Ümmü’l-Kura’nın manası, ana köy, baş köy veya baş şehir, yani başkent gibidir. Bu ise Mekke’dir. Çünkü Mekke, Arapların başkenti mesabesindedir. Bütün Araplar ona bakıyor ve ondan etkileniyordu. Bunun sebebi, içinde Kâbe’nin bulunmasıdır. Bütün Araplar onu kutsal sayıyor ve oraya gelip hac yapıyorlardı. Mekke, etrafında bulunan bütün Arap şehirlerini, köylerini ve bedevilerin yerleşim yerlerini kapsıyordu.

Kur’an’da köy veya şehir aynı manada geçmektedir. Kehf Suresi 77. ayette Hızır ve Musa’nın bir köye geldiği belirtilir:

فَانْطَلَقَا حَتّٰۤى اِذَاۤ اَتَيَاۤ اَهۡلَ قَرۡيَةِ اسۡتَطۡعَمَاۤ اَهۡلَهَا فَاَبَوۡا اَنۡ يُّضَيِّفُوۡهُمَا فَوَجَدَا فِيۡهَا جِدَارًا يُّرِيۡدُ اَنۡ يَّـنۡقَضَّ فَاَقَامَهٗ‌ؕ

“Bir köyün ahalisine varıncaya kadar ikisi hareket etti. Onlardan yemek istediler, fakat bu ahali onlara ikram etmeyi reddetti. Orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular, onu inşa etti.” (Kehf, 77)

Ancak Kehf Suresi 82. ayette aynı yer için “şehir” ifadesi kullanılmıştır:

وَاَمَّا الۡجِدَارُ فَكَانَ لِغُلٰمَيۡنِ يَتِيۡمَيۡنِ فِى الۡمَدِيۡنَةِ

“Duvar ise şehirde iki yetim çocuğa ait idi.” (Kehf, 82)

Bu da gösteriyor ki Kur’an’da köy ve şehir aynı anlamda kullanılmaktadır. Arapçada “köy” (قَرْيَة – karye), binaların birbirine yakın olup daimî yerleşim yeri olması anlamına gelir. “Şehir” (مَدِينَة – medîne) ise aynı anlamda kullanılır; fakat köyden daha modern ve düzenli bir yerleşimdir. “Medeniyet” kelimesi de “medîne” kelimesinden türemiştir. Maddi unsurlardan ibarettir; binalar, fabrikalar, ilim, sanayi ve teknoloji hep medeniyet kapsamındadır. Ancak bir mefhuma, dine veya fikre dayalı olduğunda “hadâret” (حَضَارَة) kapsamına girer. Hadâret ise hayat hakkındaki kavramlardır.

O bölgede ilk binaların Mekke’de inşa edildiği rivayet edilir. Nitekim Allah’a kulluk etmek için ilk mâbed orada inşa edilmiştir. Daha önce Bakara Suresi 96. ayette buna işaret edilmiştir. Bu ayetin tefsirine dönebilirsiniz. Böylece Mekke, itibarlı bir yer hâline gelmiştir.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Yesrib’e hicret ettiğinde buraya “Medînetü’l-Münevvere” (aydınlanan şehir) adını vermiştir. Bunun sebebi, şehrin İslam ile şereflenmesi ve aydınlatılmasıdır.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, başta Mekke ve etrafındaki yerleri, yani Arap Yarımadası’nı uyaracak ve ahalisine tebliğ edecekti. Mekke, davetin başlangıç noktasıydı. Bununla beraber etrafındaki bütün yerler de hareket noktasıydı. Bütün Arap kabileleriyle temas edip kaynaşmaya çalışıyordu. Daha sonra bu kabilelerden nusret istemeye başladı. Nusreti ancak Medine’de buldu. Oysa birçok kabileden istemişti.

Bu ayet bize çalışma metoduna bir ışık tutmaktadır. Öncelikle başkentlerde ve büyük şehirlerde daveti yerleştirmek gerekir, ancak köyler de ihmal edilmemelidir. Ayrıca sadece bir memlekette değil, bütün memleketlere götürmek gerekmektedir. Rasulullah, Mekke ve çevresinde yaşayan Arapların Arapça bilmelerinden dolayı onlara öncelik veriyordu. Arap Yarımadası’nın yüz ölçümü 3 milyon km²’dir. Aynı zamanda Arapça konuşmayan Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar da orada daveti üstlenmişlerdi.

Bu asırda İslam birçok memlekette yayıldığı için, Arapça konuşan memleketlere ne kadar önem verilirse verilsin, İslam davetini bütün İslam memleketlerine götürmek gerekmektedir. Her memlekette daveti yerleştirmeye, kamuoyu oluşturmaya ve nusret talep etmeye yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Çalışma alanı genişletilmeye çalışılmalıdır. Çünkü nerede devletin kurulacağı belli değildir. Mecalde yoğun bir çalışma yapılırken daveti her yere götürmeye gayret edilir. Rasulullah, davetini yalnızca Mekke’de sınırlandırmamış, her yere yaymaya çalışmıştır. Medine’de devleti kurduktan sonra ise dünya krallarına -Rum, Pers, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Kudüs hükümdarlarına- mektuplar yazarak daveti ulaştırmıştır. Oysa Mekke ve diğer Arap şehirleri henüz fethedilmemişti. Nitekim A’raf Suresi 158. ayette şöyle buyrulmuştur:

قُلۡ يٰۤاَيُّهَا النَّاسُ اِنِّىۡ رَسُوۡلُ اللّٰهِ اِلَيۡكُمۡ جَمِيۡعَاْ

“De ki: Ey insanlar! Ben hepiniz için Allah’ın elçisiyim.” (A’raf, 158)

Daha önce tefsir edilen En’am Suresi 19. ayette de şöyle buyrulmaktadır:

وَاُوۡحِىَ اِلَىَّ هٰذَا الۡـقُرۡاٰنُ لِاُنۡذِرَكُمۡ بِهٖ وَمَنۡۢ بَلَغَ‌ؕ  

“Bu Kur’an bana vahyedildi ki sizi ve kime ulaşmışsa onu da bununla uyarayım.” (En’am, 19)

Dünyanın her köşesine İslam davetini götürmek gerekir. Zira İslam daveti evrenseldir ve her Müslüman halk, İslam risalesini taşımaya hazırdır. Bunun için diğer halklar İslam’a girdiklerinde, Araplar gibi İslam sancağını hemen taşımışlar ve fetihler gerçekleştirmişlerdir. Türkler, Kürtler, Persler, Berberiler, Kafkas halkları ve diğerleri… Çünkü İslam, akla ve fıtrata uygundur; tüm insanlara hitap eder ve onların sorunlarını çözer. Yahudilik gibi bir ırkın dini değildir; Hristiyanlık gibi yalnızca ruhani de değildir. İslam, hem ruhani hem siyasidir; din ve devlet iç içedir.

“Oysa ahirete inananlar buna, Kur’an’a inanırlar ve namazlarına muhafaza ederler.” (En’am, 92)

Müşrikler ahirete inanmıyorlardı. Mekke’de İslam ibadetlerinden sadece namaz vardı. Oruç, zekât ve hac ise Medine’de farz kılındı. Bu nedenle Kur’an’a inananlar hem ahirete iman edenlerdir hem de daima namaz kılanlardır. Müşrikler Allah’a inanmakla birlikte şirk koşuyor, ahireti inkâr ediyorlardı. Meleklere inanıyorlar fakat onları Allah’ın kızları olarak görüyorlardı. İbrahim, İsmail ve Musa gibi bazı peygamberlere inanıyorlardı. İbrahim’i kendi ataları sayıyor, onun temsili resmini Kâbe’ye asıyor ve putlara yemin ediyorlardı.

Bu nedenle Kureyş’in akidesi karmakarışıktı ve tamamen batıl ve bozuktu.

İslam daveti yüklenirken, hem akideyi yerleştirmeye, saflaştırmaya, kapalılıktan kurtarıp netleştirip billurlaştırmaya çalışmak, hem de şer’i hükümleri delilleriyle açıklamak gerekmektedir. Her mesele ve sorun hakkında İslam’ın görüşünü veya şer’i hükmünü ortaya koymak lazımdır. İnsanların imanlarını sağlamlaştırırken, şer’i hükümlere bağlanmalarını sağlamak gerekir. Aynı zamanda bir devlette İslam’ı uygulamak ve Hilafet’i kurmak konusunda kamuoyu oluşturmak için büyük gayret sarf edilmelidir. Bununla birlikte nusreti kazanmaya yönelik ciddi çalışmalar yapılmalıdır.

Bu şekilde hareket edildiğinde, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem örnek alınmış olunur. Nitekim bu farzdır.