– 25 –

Basiret ve Bilmenin Manası

Basiretli ve basiretsiz kimseler

Rasûl’ün basiretle çalışması

Bir hizip teşkil etmesi

Çalışmasında vahye tâbi olması

Onu örnek edinmenin gerekliliği

İslâm devletinin bir rahmet olması

قَدۡ جَآءَكُمۡ بَصَآٮِٕرُ مِنۡ رَّبِّكُمۡ‌ۚ فَمَنۡ اَبۡصَرَ فَلِنَفۡسِهٖ‌ ۚ وَمَنۡ عَمِىَ فَعَلَيۡهَا‌ ؕ وَمَاۤ اَنَا عَلَيۡكُمۡ بِحَفِيۡظٍ‏ ﴿۱۰۴﴾  وَكَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الۡاٰيٰتِ وَلِيَقُوۡلُوۡا دَرَسۡتَ وَلِنُبَيِّنَهٗ لِقَوۡمٍ يَّعۡلَمُوۡنَ‏ ﴿۱۰۵﴾  اِتَّبِعۡ مَاۤ اُوۡحِىَ اِلَيۡكَ مِنۡ رَّبِّكَ‌‌ۚ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ‌ۚ وَاَعۡرِضۡ عَنِ الۡمُشۡرِكِيۡنَ‏ ﴿۱۰۶﴾  وَلَوۡ شَآءَ اللّٰهُ مَاۤ اَشۡرَكُوۡا ‌ؕ وَمَا جَعَلۡنٰكَ عَلَيۡهِمۡ حَفِيۡظًا‌ ۚ وَمَاۤ اَنۡتَ عَلَيۡهِمۡ بِوَكِيۡلٍ‏ ﴿۱۰۷﴾ 

“Şüphesiz ki Rabbinizden size basiretler gelmiştir. Kim bunları görüp edinirse, kendi lehine bir iyilik yapmış olur. Kim körlük gösterip görmezlikten gelirse, kendi aleyhine zarar getirmiş olur. Ben sizin için koruyucu değilim, gözetleyici kılınmadım.” (104)

“Böylece delil üstüne delil getiririz, ayetleri açıklarız ki ‘Bunu (Kur’ân’ı) öğrendin’ desinler. Muhakkak ki bilen (düşünen) insanlara bunu (Kur’ân’ı) açıklayacağız.” (105)

“(Öyleyse) Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir.” (106)

“Eğer Allah dileseydi, onlar şirk koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir koruyucu olarak tayin etmedik ve sen onların vekili de değilsin.” (107)

Ayette بَصَآٮِٕرُ (basiretler) kelimesi geçmektedir. Bunun anlamı “görülen şeyler”dir. Yani Allah’ın gösterdiği deliller gözle görülür gerçeklerdir; hayal veya teori değildir.

Gerçekleri gören ve tanıyan kimseye basiret sahibi, bunları görmeyen veya görmek istemeyen kimseye ise âmâ (kör) denilir. Gözleri olduğu halde düşünmediği veya düşünmek istemediği için mecâzi anlamda “kör” denilmesi haktır.

Ayrıca Allah’ın indirdiği, akâidi ve ahkâmı içeren ayetler de birer basîrettir. Bunlar hak ve doğru olanlardır. Ancak hevâ ve heveslerine uyan kimseler ya bu ayetleri inkâr eder ya da görmezden gelerek reddederler. Sonrasında ise “En güzel sistem demokrasidir ve laikliktir” demeye başlarlar.

Bunların bir kısmı “Müslümanım” iddiasında bulunur; namaz kıldığını, oruç tuttuğunu, umreye gittiğini, güzel sesle Kur’ân okuduğunu veya başörtüsü taktığını gösterir. Ancak bunlar münafıklığa alışmış kimselerdir; şahsî menfaatlerini ön planda tutarak, seçim kazanmak için Müslümanları aldatmaya çalışırlar. Ancak basiretsiz kimseleri aldatabilirler, basiret sahiplerini asla!

Oysa insanlar bu basiretleri görüp uygularlarsa asla şaşmaz ve bedbaht olmazlar.

Basîret sahibi kimse uyanık olur, körü körüne bir kişinin veya bir liderin peşine takılmaz. O, yalnızca Allah’ın vahyine tâbi olur. Onun ölçüsü Kur’ân ve Sünnettir.

Allah Şöyle Buyurdu:

قُلۡ هٰذِهٖ سَبِيۡلِىۡۤ اَدۡعُوۡۤا اِلَى اللّٰهِ ‌ؔعَلٰى بَصِيۡرَةٍ اَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِىۡ‌ؕ وَسُبۡحٰنَ اللّٰهِ وَمَاۤ اَنَا مِنَ الۡمُشۡرِكِيۡنَ‏ ﴿۱۰۸﴾

“De ki: ‘Benim yolum budur. Ben ve bana tâbi olanlar, basîret üzere Allah’a davet ederiz. Allah münezzehtir. Ben müşriklerden değilim.’” (Yusuf, 108)

Bu ayet, Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem ve onunla birlikte olanların bir hizip oluşturduklarını, basîretle hareket ettiklerini, basiret üzere davet ettiklerini, her konuda aydın bir fikir ve doğru bir delil sunduklarını ve belli bir hedefi gerçekleştirmek için bir metot üzere yürüdüklerini açıkça ortaya koymaktadır.

Bu hedef ise Allah’ın sözünü ve hâkimiyetini yüceltmektir.

İşte bu ayet şu önemli hususları beyan etmektedir:

  1. Bir hizbin var olması
  2. Uyanık olması
  3. Aydın bir fikir ve doğru bir metoda sahip olması
  4. Davetin belirli bir hedefe yönelik olması

Bu esaslar doğrultusunda, basîret üzere hareket eden bir topluluk ancak Allah’ın yolunda başarıya ulaşabilir.

Ciddi çalışma yapmak isteyen Müslümanlar, bu hakikatleri öğrenmeli ve Rasûlullah’ı en güzel örnek olarak edinmelidir. Bu durumda Müslümanlar basiret sahibi olurlar.

Allah’ın gösterdiği delilleri kim görüp benimserse, kendi lehine bir iyilik yapmış olur. Sevabını kazanır, dünyada ve ahirette mutlu olur.Kim körlük gösterip görmezlikten gelirse, kendi aleyhine zarar getirmişolur. Günaha boğulur, dünyada ve âhirette bedbaht olur.

Rasûlullah onları koruyamaz; zira Allah, onu insanların koruyucusu veya gözetleyicisi olarak göndermemiştir. Ancak o, delilleri gösterirken onları İslâm ile kurtarmaya çalışır. Çünkü İslâm bir kurtuluş yoludur. Fakat inkâr eder ve ona uymazlarsa, Rasûlullah onları azaptan koruyamaz.

“Böylece delil üstüne delil getiririz, ayetleri açıklarız.”

Allah, Kur’ân’da her konu hakkında delil göstermiştir. Bunu hiçbir insan yapamaz. Kur’ân’ın bir mucize olduğu kesindir. İnanmak istemeyenler, “Ey Rasûlüm! Sen bunu başkalarından öğrendin” derler. Oysa bilen,düşünen kimseler Kur’ân’ın hak olduğunu idrak ederler ve bu nedenle onun açıklamasını beklerler. Allah, “Bilenlere Kur’ân’ı açıklayacağız” buyurarak, ilim sahibi olanların gerçeği kavrayacaklarını bildirmiştir.

Bilmeyenler ise bu açıklamayı istemezler. Çünkü onlar, câhiliye hayatına bağlı kalmakta ısrar eden, hakkı ve hakikati görmek istemeyen kimselerdir.

Allah, insanların kendisine karşı delil sunamaması için varlığını, yaratma gücünün büyüklüğünü ve her şeyi belli bir kanuna göre yürütme kudretini göstererek ispatlar. Böylece insanın, şirk koşmadan yalnızca O’na iman etmesini sağlar.

Bu delillerin bir kısmı akideyle ilgilidir. Aynı zamanda Allah, kulluğun nasıl olması gerektiğini belirlemek için şer’î deliller de göstermiştir.

Böylece hem akideyle ilgili hem de amelle ilgili deliller sunulmuş ve insanların Allah’a karşı hiçbir mazeretleri kalmamıştır.

رُسُلًا مُّبَشِّرِيۡنَ وَمُنۡذِرِيۡنَ لِئَلَّا يَكُوۡنَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّٰهِ حُجَّةٌ ۢ بَعۡدَ الرُّسُلِ‌

“İşte bunlar, müjdeleyici ve uyarıcı Rasûllerdir. Ta ki, Rasûllerin gönderilmesinden sonra insanların Allah’a karşı bir hüccetleri olmasın.” (Nisâ, 165)

Bazı câhil insanlar, “Muhammed, bu Kur’ân’ı başkalarından öğrenmiştir” diyerek iftira ederler. Allah, Rasûlüne, bu sözlere aldırış etmemesini ve sabırla davasına devam etmesini buyurur:

Ancak hakkı arayan düşünen akıllı insanlar bunun hak olduğunu idrak ederler. Bunlar gerçek manada bilen kimselerdir. Diğerleri bilmeyen, cahil, ahmak kimselerdir.

Cahiller Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu Kuran’ı başkalarından öğrendiğini iddia edip iftira atarlar. Allah birçok ayette onların yalan iddialarını çürüttü.

Allah, Rasûlüne şöyle emretmiştir:

“Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir.”

Böylece Allah, Rasûlullah’a şu mesajı vermiştir:

  • Onların yalan iddialarına aldırış etme.
  • Sadece vahye tâbi ol.
  • Zaten Rabbin’den başka ilâh yoktur.
  • Müşriklerden yüz çevir; çünkü onların yalanlarına takılmak değersiz bir uğraştır.
  • Onlar gerçeği bildikleri hâlde iftira atmaktadırlar.

Kur’ân apaçık, fesahat ve belağat açısından en yüksek seviyede nazil olmuştur. En güzel Arapçayı bilen Araplar bile onun bir benzerini getirememişlerdir.

“Biz onların, ‘Bunu bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz. Oysa kendisine işaret ettikleri kişinin dili yabancıdır; bu ise fasih bir Arapçadır.” (Nahl, 103)

Müşriklerin, “Bu Kur’ân eskilerin masallarından ibarettir” şeklindeki iftiralarına Allah, birçok ayette cevap vermiştir:

“İnkârcılar dediler ki: ‘Bu (Kur’ân) onun uydurduğu bir şeydir; başka bir topluluk da ona yardım etmiştir.’ Böylece onlar, haksız ve asılsız bir söz ortaya attılar.
Yine dediler ki: ‘(Bu Kur’ân) öncekilerin masallarıdır; onları yazdırmış, sabah akşam kendisine okunmaktadır.’” (Furkân, 4-5)

Bazı Hristiyanlar ve Yahudiler de, “Muhammed, Kur’ân’ı Tevrat’tan ve İncil’den alarak yazmıştır” diyerek iftira attılar. Oysa: Muhammed Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem ümmi (okuma yazma bilmeyen) bir peygamberdi. Ne Tevrat’a ne de İncil’e bakmıştı. Hatta onların kitaplarına bakmayı bile yasaklamıştı. Zaten Tevrat ve İncil tahrif edilmiş, gerçek mesajları kaybolmuştu.

Ancak Kur’ân, bozulmamış tek ilâhî kitaptır ve insanları hakikate yönlendirir.

Ayrıca Tevrat ve İncil Arapça indirilmemiştir. Arapçaya çevirileri ise oldukça zayıftır. Oysa Kur’an’ın üslubu çok yüksektir ve bir mucizedir. Öyleyse, Rasulullah bu kitaplardan nasıl alıntı yapabilir? Bu, mümkün değildir ve gerçeğe tamamen aykırıdır.

Rasulullah yalnızca vahye tabi olmuştur. Daha önce bu surede, En’am Suresi 50. ayette geçtiği gibi, Rasul ancak vahye tabi olur. Bu nedenle, Rasulullah’ın Kur’an’a yaptığı açıklamalar da vahiydir. Böylece Kur’an ve onun açıklaması olan sünnet, vahiy kapsamındadır.

“Rasule hitap, ümmete hitaptır.” adlı şer’î kaideden hareketle, Müslümanlar da Rasule vahyedilene tabi olmalıdır. Vahyedilen Kur’an ve Sünnet’ten başka kaynaklara uymazlar. İcma-i sahabe, sünnete ilhak edilir. Şer’î kıyas ise bu şer’î kaynaklarda geçen illetlere göre yapılır.

Müslümanlar, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem gibi davranarak, kâfirlerin iftiralarına ve yalan iddialarına aldırış etmeden delilleri göstererek mücadele edeceklerdir. Kâfirleri memnun etmeye çalışmazlar ve İslam’ı, onları hoşnut edecek şekilde asla tevil etmezler. Ancak onları İslam’a, güzel bir üslupla davet ederler.

“Allah isteseydi, onlar şirk koşmazlardı.”

Yani Allah, onları serbest bırakmıştır ve O’nun iradesi budur. Kehf Suresi 29. ayette geçtiği gibi:

“Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”

Yine Yunus Suresi 99. ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki bütün insanlar iman ederdi.”

Ancak Allah, insanları imana, küfre veya şirke zorlamaz. Onları serbest bırakmış ve kendi iradeleriyle iman etmelerini ve salih amel işlemelerini istemiştir ki cenneti hak etsinler. Ya da küfrü seçerek kötü ameller işleyerek cehennemi hak etsinler. Allah adildir; kullarına asla zulmetmez. Herkes kendi iradesiyle ve serbestçe hareket eder.

Allah dileseydi, herkesi mümin yapar ve hiç kimse müşrik olmazdı. Ancak insanları yeryüzüne indirdi ve onları imtihana tabi tuttu. Bu nedenle insanlara serbest irade verdi. Allah’ın iradesi budur: İnsanları, kendi iradeleriyle iman veya küfür arasında serbest bırakmak.

Bu durumda, Allah Rasulünü onların koruyucusu olarak tayin etmemiştir. Rasulullah, onları küfürden ve cehennemden koruyamaz, çünkü Allah insanları serbest bırakmıştır. Aynı şekilde, Rasul onları vekil olarak da tayin etmemiştir. Yani, onlar iman etmedikleri sürece Rasulullah onlardan sorumlu tutulamaz. Çünkü vekil, müvekkil adına hareket eder ve onu savunur. Rasulullah ise kıyamet gününde inkârcıları savunmayacak ve onlar için şefaatçi olmayacaktır.

Müslümanlar da kâfirlere tebliğ ve davet görevini yerine getirirler. Ancak eğer onlar iman etmezse, Müslümanlar bundan sorumlu olmazlar. Kâfirleri küfürden koruyamaz ve onları cehennemden kurtaramazlar.

Allah, insanların sadece tebliğle ve davetle iman etmeyeceklerini bildiği için, Rasulüne bir devlet kurması için çalışma yapmasını emretti. İslam’ın bir devleti olduğunda, cihat farz kılınır ve fetihler ile zaferler gerçekleşerek insanların hidayete erişmesi sağlanır.

İşte, İslam Devleti’nin varlığı, insanlar için büyük bir rahmettir.

Kâfirler, azgınlıkları nedeniyle bu hakikati bildiklerinden, İslam Devleti’ni yıkmaya çalıştılar ve nihayet 1924 yılında İstanbul’da yıkmayı başardılar.

Bu nedenle Müslümanlar, insanları küfür ve zulümden kurtarmak, cehenneme gitmelerini önlemek ve cennete girmelerini sağlamak için bu devleti yeniden kurmaya çalışmalıdır.