Suriye’nin Gerçek Sorunu: İlkesiz ve Teslimiyetçi Yöneticiler
Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şeybani, 25.04.2025 tarihinde, zalim Beşşar Esad’ın kaçışından sonra Suriye’nin ilk kez katıldığı BM Güvenlik Konseyi’nde bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: “Ben Güvenlik Konseyi’nde, yeni Suriye’yi temsil etmek için buradayım.” Sözlerine şöyle devam etti: “Konseyinizden, İsrail’e Suriye’den çekilmesi yönünde baskı yapmanızı talep ediyoruz.” Ve ekledi: “İsrail’in Suriye’ye yönelik sürekli saldırganlığı, ulaşmaya çalıştığımız barış ve güvenliği baltalamaktadır.” Ayrıca şunları da söyledi: “Suriye’nin, İsrail de dâhil olmak üzere, bölgedeki ve dünyadaki hiçbir ülke için tehdit oluşturmayacağına dair taahhüdümüzü defalarca ilan ettik.” Yeni Suriye yönetiminin Yahudi varlığıyla normalleşmeye hazır olduğunu vurgulayarak şöyle dedi: “(Yaptırımların kaldırılması), Suriye’nin karanlık geçmişiyle tanınan bir ülke olmaktan çıkıp, barış, refah ve küresel ekonomi içinde etkin ve güçlü bir ortak haline gelmesini sağlayacak belirleyici bir adım olabilir.”
Bu açıklamalar açıkça ihanet kokmakta, alçaklık ve zillet havası taşımaktadır. Daha önce de benzeri ifadelerle konuştu ve Şam Valisi de aynı minvalde açıklamalarda bulundu, liderleri Ahmed eş-Şera da buna işaret etti.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı eski yardımcısı Barbara Leaf, 25.04.2025 tarihinde Yahudi 12. kanalına yaptığı açıklamada şunu ifşa etti: “Ahmed eş-Şera, Suriye’nin gelecekte İsrail için tehdit oluşturmayacağını açıkça taahhüt etti ve hiçbir tarafın ya da devletin Suriye topraklarından İsrail’i tehdit etmesine izin vermeyeceğini söyledi.” Leaf, görevinden ayrılmadan önce, 19.12.2024 tarihinde Şam’da onunla görüştüğünü belirtti. Leaf, “Şera ile görüşmem sırasında onun dürüstlüğünden etkilendim. Eski Amerikan yönetimi yetkilileri onun pragmatizmini beğenirdi. Zamanla gerçekten tutumunu değiştirip değiştirmediği ortaya çıkacaktır.” dedi.
Buradan da görülüyor ki Suriye’nin yeni yöneticileri, açıklamalarıyla ve düşmanın kendilerine verdiği şahitlikle, Mahmud Abbas ve Filistin yönetiminden ya da Arap ve İslam ülkelerinin tamamında Amerika ve Yahudi varlığı karşısında diz çöken liderlerden farksızdır. Bu yöneticiler, iktidara getirildiklerinde verdikleri ilk taahhüt, Yahudi varlığını tehdit etmeyecekleri veya ülkelerinden bu yönde bir tehdit gelmesine izin vermeyecekleri olur. Çünkü bu, Amerika’nın bölgedeki öncelikli çıkarlarındandır. Dış politikalarını Amerika’ya ve genel anlamda Güvenlik Konseyi ve sözde uluslararası topluma yalvarmak üzerine kurmuşlardır. Sorunlarını çözmek ya da işgal altındaki topraklarını savaşsız bir şekilde geri almak için bu güçlere yalvarırlar. Ancak bunu, Filistin’den vazgeçmek ve Yahudi gaspını tanımak pahasına yaparlar. Çünkü fedakârlık yapmaya ve meydan okumaya hazır değiller. Ölümden korkar, hayatı Yahudiler kadar severler. Makamlar, unvanlar, şöhretin parıltısı, dalkavukların ve çıkarcıların ya da saf insanların kendilerine övgüleri onları kandırmış; samimi ve nasihat edenleri ise görmezden gelmişlerdir.
Mesele sadece Filistin’i ve Suriye ile Lübnan topraklarının bir kısmını işgal eden düşmanla ilgili değildir. Zira bu ülkeler aslında tek bir ülkedir, ancak sömürgeciler tarafından yapay şekilde parçalanmıştır. Mesele tüm siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunların çözümünde batılı devletlerden ve onların bölgedeki uydularından, uluslararası kurumlardan medet ummalarıdır. Kendi ilke ve şeriat kaynaklarını unutmuşlardır.
Asıl problem, devrimler sonrası iktidara getirilen kişilerin, halkın kendi iç dinamiklerine, imkânlarına ve gücüne dayanmak yerine; halkın beklentilerini yerine getirecekmiş gibi yapmaları, ama gerçekte sömürgeci devletlerin ve onların bölgesel işbirlikçilerinin taleplerini yerine getirmeleridir. Bu yöneticiler devlet adamı niteliğinden yoksundurlar, siyasi çalışmalarda ideolojik ve ilkesel bir duruşları yoktur. Mevcut duruma yapışıp onu ölçü ve ilke olarak kabul etmişlerdir. “Gerçekçi olmalıyız, pragmatik olmalıyız, mevcut durumu kabul etmeliyiz.” derler. Oysa ki mevcut durumu değiştirmek ve kendi fikirlerine uygun yeni bir gerçeklik oluşturmak için çaba sarf etmezler. Bu sebeple Amerikalılar ve Batı, onları ve bölgedeki işbirlikçilerini över.
Evet, galip gelen güçlü taraf –bugün Amerika gibi– mevcut durumu dayatır ve diğerlerini ona teslim olmaya, tüm işlerini bu duruma göre ayarlamaya zorlar. Ancak başka bir güç ortaya çıkıp buna karşı durur ve meydan okursa, o zaman aralarında bir çatışma başlar.
Bu doğaldır. Bu yüzden, henüz devlet olmasa bile, ideolojik bir parti olan İslami bir güç mevcut duruma meydan okumalı ve kendi ilkesine göre yeni bir gerçeklik oluşturmalıdır. Bu da sert siyasi mücadele ve güçlü fikri çatışmayla mümkündür. Devlet kurduğunda ise, bu devlet kendi ilkesine göre yeni bir gerçekliği dayatır; diğer devletleri bu gerçekliğe uymaya ve bu çerçevede hareket etmeye zorlar. Rabbine yönelen Müslüman, ilkesiyle güçlüdür, akidesiyle tüm ideolojilere ve fikirlere galip gelir.
Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.), ashabından oluşan partisiyle mevcut duruma boyun eğmedi. Kureyş liderlerine karşı çıktı, onların inançlarına, düşüncelerine, politikalarına karşı çıktı; kuruntularını, gelenek ve göreneklerini küçümsedi. Kendi fikirlerini yaydı, onlar için kamuoyu oluşturmaya çalıştı ve devletini köklü ilkesel temeller üzerine kurmak için yardım arayışına girdi. Bu şekilde devletini kurdu ve içte ve dışta yeni bir gerçeklik oluşturdu. En az imkânla bile savaştan geri durmadı, ta ki İslam ilkesi egemen ve İslam devleti hâkim olana kadar. Böylece, on yıl içinde Arap Yarımadasını şirkten ve küfürden kurtardı ve devletini büyük bir devlet hâline getirip o zamanın en büyük gücü olan Roma İmparatorluğu’yla çatışmaya başladı.
Evet, çözüm budur. Böylece Suriye ve diğer İslam beldeleri izzetli, güçlü ve dünyada büyük bir devlet hâline gelir. Ancak bu, ancak Resûlullah’ın izinden gidenlerin yönetimi ele alıp ülkeyi yönettiği zaman olur. Aksi hâlde halk, boğucu bir kısır döngüde dönmeye devam eder; başladıkları noktaya tekrar dönerler, ümitsizliğe ve yılgınlığa kapılırlar ve sonunda teslim olurlar.
Hayat, Allah’ın insanlığı yaratmasından yeryüzünü ve üzerindekileri miras alıncaya kadar hak ile batıl, iman ile küfür, hayır ile şer arasındaki bir mücadeledir. O hâlde Müslümanlar –ki onlar hakkın üzerindedir, hayrın öncüsüdür, iman ve takva ehlidir– bu mücadeleye girmeli ve yüksek bedeller ödemeye hazır olmalıdır: Canla, mallarla, evlatla ve anne-babayla. İlkelerinin hâkimiyeti için bunu yapmalı ve yeryüzünün ve cennetin varisleri olmayı hak etmelidirler. Batıl ve kötülük ehli kâfirlere teslim olmamalıdırlar. Onlar kalplerinde cahiliye öfkesi taşıyan kimselerdir. Müslümanlar, Resûlullah (s.a.v.)’i ve sonsuz liderlerine örnek almalı ve Allah’ın emrine uymalı, onun uyarısını dikkate almalıdırlar.
Esad Mansur