– 30 –

Kâfirlerin Ölülere Benzetilmesi

Karanlıkta Yaşamaları
Müminlerin Diri Olması
Aydınlıkta Yaşamaları
Büyük Mücrimlerin Hilesi
Hilelerinin Kendilerine Dönmesi
Peygamber Olma İstekleri
Düşüncenin Yayılmasının Üslupları
Kamuoyunda Etkisi
Zafer Şerefine Layık Olan Kimseler

اَوَمَنۡ كَانَ مَيۡتًا فَاَحۡيَيۡنٰهُ وَجَعَلۡنَا لَهٗ نُوۡرًا يَّمۡشِىۡ بِهٖ فِى النَّاسِ كَمَنۡ مَّثَلُهٗ فِى الظُّلُمٰتِ لَـيۡسَ بِخَارِجٍ مِّنۡهَا‌ ؕ كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلۡكٰفِرِيۡنَ مَا كَانُوۡا يَعۡمَلُوۡنَ‏ ﴿۱۲۲﴾  وَكَذٰلِكَ جَعَلۡنَا فِىۡ كُلِّ قَرۡيَةٍ اَكٰبِرَ مُجۡرِمِيۡهَا لِيَمۡكُرُوۡا فِيۡهَا‌ ؕ وَمَا يَمۡكُرُوۡنَ اِلَّا بِاَنۡفُسِهِمۡ وَمَا يَشۡعُرُوۡنَ‏ ﴿۱۲۳﴾  وَاِذَا جَآءَتۡهُمۡ اٰيَةٌ قَالُوۡا لَنۡ نُّـؤۡمِنَ حَتّٰى نُؤۡتٰى مِثۡلَ مَاۤ اُوۡتِىَ رُسُلُ اللّٰهِؔ‌ؕ اَللّٰهُ اَعۡلَمُ حَيۡثُ يَجۡعَلُ رِسٰلَـتَهٗ‌ ؕ سَيُصِيۡبُ الَّذِيۡنَ اَجۡرَمُوۡا صَغَارٌ عِنۡدَ اللّٰهِ وَعَذَابٌ شَدِيۡدٌۢ بِمَا كَانُوۡا يَمۡكُرُوۡنَ‏ ﴿۱۲۴﴾ 

“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte, kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir.” (122)

“Böylece her memlekete, mücrimlerin büyüklerini hile yapsınlar diye yerleştirdik. Oysa yalnızca kendi aleyhlerine hile yaparlar, fakat farkına varmazlar.” (123)

“Kendilerine bir ayet geldiğinde: ‘Allah’ın resullerine verilenin aynısı bize verilmedikçe biz inanmayacağız,’ dediler. Allah, risaletini kime vereceğini çok iyi bilir. Suç işleyenlere, kurdukları hilelerden dolayı Allah katından bir zillet ve şiddetli bir azap isabet edecektir.” (124)

Burada geçen “ölü” vasfı mecaz anlamdadır. Kur’an’da birçok yerde “ölü” kelimesi hem hakiki hem de mecaz anlamda kullanılmıştır.

Buna bir örnek şu ayettir:

وَاٰيَةٌ لَّهُمُ الۡاَرۡضُ الۡمَيۡتَةُۚ اَحۡيَيۡنٰهَا وَاَخۡرَجۡنَا مِنۡهَا حَبًّا فَمِنۡهُ يَاۡكُلُوۡنَ‏ ﴿۳۳﴾ 


“İşte onlara bir ayet, delil olarak ölü topraktır: Onu dirilttik, ondan tohumlar çıkarttık, böylece ondan yerler.” (Yâsîn 33)

Daha önce tefsirini yaptığımız En‘âm Suresi 95. ayette şöyle buyurulmuştu:
“Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır. Ölüden diriyi çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O’dur.”
Burada da “ölü” mecaz anlamdadır.

Şöyle açıklamıştık:
“Tohum ve çekirdek ölüdür; çünkü kuru ve cansızdır. Allah bunları çatlatıp bitki ve ağaçları bitirir, çeşitli meyve ve sebzeler meydana getirir. Bu diri olan meyve ve sebzelerden tekrar ölü olan tohum ve çekirdekler çıkar. Ardından bunlardan yine meyve ve sebze elde edilir.”

Bir insan, kâfir olduğunda ölü sayılır. Çünkü bilgisizdir, cahildir, karanlık içindedir. Doğru düzgün düşünemez, hakikatleri göremez. Hep hevâ ve hevesine göre hareket eder. Düşüncesi yalnızca dünya ve arzuları üzerinedir; âhireti hiç düşünmez. Oysa gerçek ve kalıcı hayat âhiret hayatıdır.

Bu ayet, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi kâfirler hakkında nazil olmuşsa da her kâfire uygulanabilir. Zira ayetin lafzı geneldir; tüm kâfirleri kapsar.

Kur’an’da birçok kez toplumda etkili olan liderler, âlimler ve ileri gelenlerin örnekleri verilir. Onlar hedef alınır; çünkü toplumu ve devleti yönlendiren onlardır. İnsanları kendi etkileri altına alabilirler.

Bu nedenle insanı, toplumu ve devleti değiştirmek istendiğinde, yöneticiler ve idare mekanizmasında bulunan etkili kimseler hedef alınır. Aynı anda onların fikirlerine, sistemlerine, kanunlarına ve siyasetlerine de saldırılır. Eğer onlar hidayete ermez ve değişmezlerse, toplum da değişmez. Bu durumda onları sarsmak gerekir.

Allah’ın hidayet ettiği kişi dirilmiş olur; ona bir nur verir ki bu nurla yolunu ve geleceğini görür. Bu nur, Allah’ın indirdiği kitap olan Kur’an’dır. Karanlığı ortadan kaldırır, aydınlık yayar.

Bu dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini, neden öldüğünü, bu hayatın arkasında neler olduğunu; kâinatın, hayatın ne anlama geldiğini, insanın bunlarla ilişkisini, öncesini ve sonrasını sorgulamak, büyük bir düğüm teşkil eder. İnsanı, kâinatı ve hayatı kimin yarattığını doğru şekilde çözemezse, insan karmaşık, sıkıntılı olur ve karanlıkta yaşar. Çünkü diğer bütün sorunlar bu temel sorulara dayanır.

İslam, akla ve kalbe itminan ve kanaat getirerek bu büyük düğümü doğru şekilde çözmüştür. Bu çözüme dayanarak hayatın her meselesiyle ilgili doğru fikirler sunmuştur. Bu sayede insan aydınlık içinde yaşar; rahatlar, huzurlu ve mutmain olur.

Hidayete gelmeyen ve Kur’an’a tabi olmayan kimse ise karanlıkta kalkar, karanlıkta yatar. Hayatı çelişkili ve huzursuzdur. İşte kâfirler böyledir.

Öyleyse aydınlık içinde yaşayan müminler, karanlıkta yaşayan kâfirlere benzer mi? Asla benzemezler.

Düşünmeyen kimseye mecaz anlamda “ölü” denilir. Böyle biri bomboştur, geleceği düşünmez, yüzeysel yaşar. Hedefi çok sınırlıdır; sadece bu dünyayı esas alır. Oysa kendisini ve hayatı derinlemesine ve aydın bir düşünceyle ele alsa, bu dünyanın değersizliğini kavrar ve ardındaki hayatı düşünmeye başlar.

Nitekim gerçekten ölen kimse düşünemez. Komadayken beyin ölümü gerçekleşen kişi de ölü sayılır.

Kâfirler ya da İslam açısından düşünmeyen ve hareket etmeyen kimseler karanlıkta yaşarlar; gerçekleri görmez, doğru fikir sahibi olamazlar. Çünkü yaptıkları ameller kendilerine süslü gösterilmiştir. Şeytan, onların kötü işlerini güzel gösterir. Daha önce tefsirini yaptığımız 112 ve 113. ayetlerde bu konu geniş şekilde işlenmişti.

İnsan, doğru dürüst düşünüyorsa canlıdır. Nitekim dinamik kimseler, düşünen kimselerdir. Aklını kullanmayanlar ise hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ve hayrı şerden ayırmaya çalışmazlar. Kendilerini çok akıllı sanan büyük mücrimlere uyarlar. Bu kişiler tarafından kolayca kandırılırlar ve karanlıkta yaşarlar.

Büyük mücrimler, insanları yönlendirir ve saptırır. Her memlekette böyle büyük mücrimler vardır. Ayette “Her memlekete, mücrimlerin büyüklerini hazırladık” bu şekilde ifade edilmiştir. Çünkü Allah’ın otoritesi ve hâkimiyeti altındadırlar ve Allah’a rağmen bir şey yapamazlar. Allah dileseydi onları yok ederdi. Fakat insanları serbest bıraktığı için bu ifade kullanılmıştır.

Mücrim, sürekli günah ve suç işleyen kimsedir. Suç işleme sıfatını kazanmıştır. Yaptığı günahlardan ve suçlardan asla pişman olmaz; aksine bunlarla övünür. Kalbi katılaşmıştır ve merhametsizdir.

Kur’an’a inanmayan, ondan yüz çeviren veya Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen yöneticiler ve liderler birer büyük mücrimdir. Her memlekette bu tür kişiler vardır. Çeşitli hileler kullanarak insanları kandırırlar, kendilerine boyun eğdirirler ve harama sürüklerler.

Bu çağda da olduğu gibi, “hürriyet ve özgürlük” söylemiyle kendilerine bütün günah kapılarını açarlar. “Demokrasi” hilesiyle, büyük mücrimlerin oluşturduğu meclislerde çıkardıkları kanunları halka kabul ettirirler. Demokrasiyi “halkın hâkimiyeti” gibi göstererek, halkı kendi beşeri kanunlarına boyun eğmeye zorlarlar. Oysa bu bir hiledir. Gerçekte halkın hâkimiyeti yoktur; mecliste büyük mücrimler kanunları çıkarır, sonra bunu halk yapmış gibi gösterirler!

İnsanları Allah’ın şeriatından ve hâkimiyetinden nefret ettirirler. Bunu “gericilik” olarak tanıtırlar. Demokrasi ve hürriyet ise “çağdaşlık” olarak sunulur. Bu düşünceleri reklamlarla yayarlar. İnsanlar düşünmediği için bu büyük mücrimlerin tuzağına düşer ve onlara uyarlar.

“Din kutsaldır, temizdir, siyaset yalandır, pistir; birbirine karıştırılmasın” hilesi ya da “Bütün dinlere eşit mesafede durmak gerekir” söylemiyle, küfür olan laikliği insanlara kabul ettirmeye çalışırlar.

Mesela, bir kadın açılıp vücudunu sergilediğinde, çıplak veya yarı çıplak gezdiğinde, ona “cesur”, “zeki”, “kendine güvenen” gibi sözlerle pohpohlarlar. Oysa bu saf kadın, aslında o mücrimlerin şehvetlerini tatmin ettikleri bir araç hâline geldiğinin farkında değildir.

İffetli ve örtünen kadını kötülemeye çalışırlar. Oysa güvenilir, zeki ve kendine güvenen kadın; mücrim erkeklerin şehvet tatmin aracı olmayı reddeden, kendini onlara yem etmeyen ve saçının bir telini bile göstermeyen, başını örten cilbaplı kadındır. Akıllı, değerli ve şerefli olan kadın budur. O, ümmetine adam ve kahraman yetiştirir. Gerçek anlamda övgüye layık kadın budur.

Büyük mücrimler, her türlü haramı ve küfrü farklı hilelerle insanlara sevdirmeye çalışırken, Allah’ın her emrini kötülemeye uğraşırlar. Hile çevirmede ustadırlar. Sinsi üsluplar kullanır, aldatıcı konuşmalar yapar ve büyük reklamlar hazırlarlar. Eğer bu hileleri olmasaydı, ne kendileri ne de sistemleri ayakta kalabilirdi.

Bu nedenle, küfür olan kapitalist ideolojiyi, laikliği ve demokrasiyi yaşatmaya çalışırlar. Oysa bunlar çoktan çökmüş, bozuklukları ve batıllıkları ortaya çıkmıştır. Bizzat sahipleri bile bu gerçeği fark etmiştir. Ancak yine de bu sistemleri ayakta tutmak için yeni hilelere ve sinsi yöntemlere başvururlar.

Toplum bu batıllıkları fark edince, “Evet, kötü ama elimizde daha iyi bir sistem yok” diyerek yeni bir hileye sığınırlar: “Kötünün iyisi budur.”

“Gerçekten onlar öyle tuzaklar kurmuşlardı ki, bu tuzaklarla dağlar yerinden oynayacak gibiydi.” (İbrahim 46)

Ama nihayetinde, kurdukları tuzaklar kendi aleyhlerine dönecektir. Bunu fark etmezler.

“Şeytan onları etkisi altına aldı ve onlara Allah’ı zikretmeyi unutturdu. İşte onlar, şeytanın taraftarıdır. İyi bilin ki, şeytanın taraftarları ziyana uğrayacaklardır. Allah’a ve Rasulüne karşı gelenler mutlaka alçaltılacaklardır. Allah, ‘Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz’ diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, azizdir.” (Mücadele 19-21)

Allah’ın dini ve bu dinin davasını yüklenenler galip gelecektir. Onlar vesilesiyle İslam yükselecek ve hâkimiyeti yerleşecektir.

Mücrimler ve onların büyükleri, Allah’tan korkmadıkları, ahireti hatırlamadıkları ya da gaflete düştükleri için Allah’ın kendilerini gördüğünü, işittiğini ve her hâllerini kontrol ettiğini unutur. Günah işlemeye devam eder, başkalarını da günaha sürüklerler. Allah’ın azabını ya hatırlamaz ya da hafife alırlar. Sanki böyle bir şey yokmuş gibi davranırlar. “Allah merhametlidir, bizi affeder” diyerek kendilerini kandırırlar. Yahut da Yahudiler gibi “Cehennemde birkaç gün kalır çıkarız” diyerek kendi kendilerini büyük bir tuzağa düşürürler.

“Kendilerine bir ayet geldiğinde, ‘Allah’ın peygamberlerine verilen mucizeler bize verilmediği sürece biz asla inanmayacağız’ dediler.” (En’âm 124)

Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi büyük mücrimler, Kur’an’ın mucizelerini gördüklerinde bile, “Eğer bu mucizeler bize verilmediyse bu peygambere ve Kur’an’a inanmayacağız” demeye başladılar.

Mücrimler, iman etmemek için yeni hileler arar ve bahaneler uydururlar. Hatta bazıları, kendilerinin de bir peygamber olması gerektiğini iddia ettiler. Önceleri peygamberliğe karşıydılar; Nebi’yi “sihirbaz”, “yalancı”, “kâhin”, “şair” diye suçladılar. Ancak bu düşünce halk arasında taraftar bulup yayılınca, yalanlamayı bıraktılar ve kendileri peygamberlik iddiasında bulundular.

Bazılarıysa şöyle dediler:
“Bu Kur’an, şu iki şehirden (Mekke ve Taif) büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf 31)

Toplumda mevcut fikirlerden farklı, yabancı veya ters bir fikir ortaya çıktığında, bu düşünce önce reddedilir, alaya alınır, hatta fikir sahiplerine savaş açılır. Ancak bu fikirde sebat eden, mücadeleyi sürdürenler varsa, zamanla fikirleri kabul görür ve iktidara gelirler.

Rasulullah ﷺ da böyle yaptı. Peygamberliği ve getirdiği davet önce reddedildi. Ama o, fikrinden taviz vermedi, mevcut sistemle uzlaşmadı. Fikrini her yere yaymak için çaba gösterdi. Kendisine yardım edecek kimseleri aradı. Medine’de buldu ve devletini kurdu.

1950’lerde ortaya çıkan Hizb-ut Tahrir isimli İslami grup da Hilafet fikrini canlandırınca, insanlar bu fikri garipsedi, çoğu bu daveti kabul etmedi veya sahiplenmedi. Büyük mücrimler ise bu fikirle ve onu taşıyanlarla savaştılar. Fakat bu fikir zamanla yayıldı. Artık insanlar arasında normal karşılanıyor. Çok kimse bu fikre davet ediyor. Hatta bazı gruplar kendi hilafetlerini ilan etti ve kendi liderlerini halife olarak tanıttı.

Ama samimi, ihlaslı olup bu düşünceyi canlandıran gençler ısrarlı olarak ve ciddi şekilde çalışırlar. Toplumun fikirleriyle veya yönetimleriyle uzalaşmayı reddederler. Nusreti ve yardımı aramaktadırlar.
Bu ihlaslı gençler çalışırken, daveti güzel üslüple taşımaya çalışmalı, güzel reklam yapmalıdır. İslam’ın güzelliğini ve şanlı tarihini anlatmalıdır. Rasulullah’ı, sahabeleri, tabiin, tabi tabiin, İslam kahramanları, bu asırdaki dava adamlarının sebatlığı, derinliği ve güzel düşüncelerini insanlara anlatmalı ve sevdirmelidir. Kafirlerin hilesi, sahte liderlerini ve fikirlerini teşhir edip kötülemelidir. Kuran’da böyle üslüpler kullanıldı, Rasulullah ve Onun hizbi de bu üslüpleri kullandılar.
Davet etmek ve davete reklam yapmakla ilgili işler beraber yürütülmelidir. İki husus için güzel üslüpler kullanılmalıdır.

 “İşte Allah risalesini kime vereceğini çok iyi bilir.” Buna ehil, samimi, temiz, şahsi liderliği düşünmeyen, şahsi çıkar hedef edinmeyen, sırf Allah için çalışan kimselere verir. Mekke veya Taif veya başka memleketin liderleri böyle değillerdi.

Hilafeti kuracak kimseleri de Allah seçer. İslam memleketlerinde var olan yöneticilerden hiçbiri samimi, ihlaslı ve temiz değildir; sırf koltuklarını ve çıkarlarını düşünürler. Bunlar hilafeti kurmazlar, bu şerefe layık değillerdir. Öyle olsaydı bunun için çalışırlardı, çoktan ilan edip İslam’ı yürürlüğe koyarlardı.
Allah’ın seçtiği samimi, ihlaslı kullarına nasip eder. O’nun izniyle bunu kurunca, bu yöneticiler veya dışındaki bazı kişiler ortaya çıkıp sahte halifeliği ilan edebilirler. Tamamen yalancı Museyleme peygamberliği ilan ettiği gibi yaparlar. Gerçek Halife bu sahte kimselerle savaşacaktır. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunlarla savaştı ve ondan sonra gelen halife onlarla savaştı. Böylece onlar yok oldular.

Ama Allah’ın emrine muhalefet edip suç işlemede ısrarlı kalan mücrimlerin büyükleri, çevirdikleri hilelerden dolayı Allah katından bir aşağılık ve bir şiddetli azapla karşılaşacaktır. Böylece hileleri kendileri aleyhine dönecektir. Dünyada ne kadar güçlü ve büyük olmaya çalışıp çok insanı kandırıp arkalarına sürekledikleri halde, ahiret zilletinden ve azabından kurtulamayacaklardır. Hatta dünyada alçalacak ve zillet görecekler. Ölürken, melekler onların canlarını çekerken, onların yüz ve arkalarını vurarak azap görecek ve alçaltılacaklardır. Ahiretteki azap ise daha şiddetli ve alçaltıcı olacaktır.