– 31 –

İslâm’a Kalbin Açılması

Göğsün Darlığı

Güzel Üslup

Hidayet ve Dalaleti Allah’a İsnat

Allah’ın Dosdoğru Yolu

Ayetlerin Açıklanması

Selamet Yurdu

فَمَنۡ يُّرِدِ اللّٰهُ اَنۡ يَّهۡدِيَهٗ يَشۡرَحۡ صَدۡرَهٗ لِلۡاِسۡلَامِ‌ۚ وَمَنۡ يُّرِدۡ اَنۡ يُّضِلَّهٗ يَجۡعَلۡ صَدۡرَهٗ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِى السَّمَآءِ‌ؕ كَذٰلِكَ يَجۡعَلُ اللّٰهُ الرِّجۡسَ عَلَى الَّذِيۡنَ لَا يُؤۡمِنُوۡنَ‏ ﴿۱۲۵﴾  وَهٰذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسۡتَقِيۡمًا‌ ؕ قَدۡ فَصَّلۡنَا الۡاٰيٰتِ لِقَوۡمٍ يَّذَّكَّرُوۡنَ‏ ﴿۱۲۶﴾  لَهُمۡ دَارُ السَّلٰمِ عِنۡدَ رَبِّهِمۡ‌ وَهُوَ وَلِيُّهُمۡ بِمَا كَانُوۡا يَعۡمَلُوۡنَ‏ ﴿۱۲۷﴾

Allah, kimi hidayete erdirmek istiyorsa, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak istiyorsa, onun göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi dar ve sıkıntılı yapar. Allah, iman etmeyenler üzerine işte böyle azabı indirir. (En’âm 125)

Bu (Kur’ân), Rabbinin dosdoğru yoludur. Düşünüp öğüt alan bir topluluk için ayetleri açıklamış bulunuyoruz. (En’âm 126)

Rablerinin katında onlar için selamet yurdu (daru’s-selâm) vardır. Allah, yapmakta oldukları amellerden dolayı onların velisidir. (En’âm 127)

Kur’an’da birçok ayette Allah, hidayet ve dalalet konusunu işler. Bazen bu hususu doğrudan kendisine isnat eder, bazen de insana nispet eder. Peki, bu iki mesele arasında nasıl bir uyum vardır, nasıl bağdaştırılır?

Daha önce izah ettiğimiz gibi, Allah hidayeti ve dalaleti yaratmıştır; insanda ise bu ikisini kabul etme veya reddetme kabiliyeti yaratılmıştır. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur:

وَنَفۡسٍ وَّمَا سَوّٰٮهَا ﴿۷﴾  فَاَلۡهَمَهَا فُجُوۡرَهَا وَتَقۡوٰٮهَا﴿۸﴾  قَدۡ اَفۡلَحَ مَنۡ زَكّٰٮهَا﴿۹﴾  وَقَدۡ خَابَ مَنۡ دَسّٰٮهَا ؕ‏ ﴿۱۰﴾

Nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratana andolsun ki, ona hem fücurunu (günaha meylini) hem de takvasını (günahtan sakınmayı) ilham etti. Nefsini arındıran kesinlikle kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten ise ziyana uğramıştır. (Şems 7–10)

İnsan, bu kabiliyeti kendi serbest iradesiyle kullanır; isterse hidayete yönelir, isterse dalaleti seçer.

Hidayeti isteyen bir kimseye Allah kalbini açar; bu şekilde kişi Allah’ın iradesi, otoritesi ve hükmü altında hidayete erer. Hidayeti istemeyip dalaleti arzulayan kişi ise kalbini kapatır; bu öyle bir sıkıntıdır ki, sanki göğe çıkmak ister ama çıkamaz. Bu, sürekli bir daralma ve sıkıntı halidir. Bu kişi hidayeti kendi iradesiyle reddetmiş, dalalet içinde kalmayı tercih etmiştir. Allah onu buna zorlamamıştır. Ancak onun bu iradesi, Allah’ın adaleti ve hâkimiyeti çerçevesinde dalaletiyle baş başa bırakılmıştır.

Allah, insanları düşündürmek için derin misaller verir. Hidayeti istemeyen kimse, öyle bir çırpınma içindedir ki, hidayeti görür ama istemez. Bu kişi, sanki bu gerçeği görmekten kaçar gibi göğe çıkmaya çalışır. Bu, hakkı görüp de istemeyenlerin hâlidir. İçsel bir çatışma yaşarlar: Hakikati tanır, ama ya inatla ya da başka sebeplerle onu reddeder. Bu yüzden kalpleri daralır, sıkıntıya düşer; dünya onlara dar gelir, adeta göğe çıkmak isterler.

Allah bu kimseleri hesaba çeker; adalet de böylece tecelli eder. Çünkü Allah kullarına asla zulmetmez. Kur’an’da şöyle buyurur:

مَنۡ عَمِلَ صَالِحًـا فَلِنَفۡسِهٖ‌ وَمَنۡ اَسَآءَ فَعَلَيۡهَا‌ؕ وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِّلۡعَبِيۡدِ

Kim salih bir amel işlerse, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, bu kendi aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmetmez. (Fussilet 46)

Eğer Allah dileseydi, bütün insanları hidayete erdirirdi; hiçbir kimse sapmaz, dalalete düşmezdi. Nitekim şöyle buyrulmuştur:

قَدۡ جَآءَكُمۡ بَصَآٮِٕرُ مِنۡ رَّبِّكُمۡ‌ۚ فَمَنۡ اَبۡصَرَ فَلِنَفۡسِهٖ‌ ۚ وَمَنۡ عَمِىَ فَعَلَيۡهَا‌ ؕ وَمَاۤ اَنَا عَلَيۡكُمۡ بِحَفِيۡظٍ‏ 

“Şüphesiz ki Rabbinizden size basiretler (kalp gözleri) gelmiştir. Kim bunları görüp gereğini yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim körlük gösterir, görmezlikten gelirse, bu da kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim.” (En’âm 104)

Allah şöyle de buyurur:

وَلَوۡ شَآءَ اللّٰهُ مَاۤ اَشۡرَكُوۡا

 “Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı.” (En’âm 107)

وَلَوۡ شَآءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنۡ فِى الۡاَرۡضِ كُلُّهُمۡ جَمِيۡعًا‌ ؕ اَفَاَنۡتَ تُكۡرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُوۡنُوۡا مُؤۡمِنِيۡنَ‏ ﴿۹۹﴾  وَمَا كَانَ لِنَفۡسٍ اَنۡ تُؤۡمِنَ اِلَّا بِاِذۡنِ اللّٰهِ‌ؕ وَيَجۡعَلُ الرِّجۡسَ عَلَى الَّذِيۡنَ لَا يَعۡقِلُوۡنَ‏ ﴿۱۰۰﴾ 

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi toptan iman ederdi. Şimdi sen mi insanları mümin olmaya zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse iman edemez. O, azabı ancak aklını kullanmayanlara indirir.” (Yunus 99–100)

 وَقُلِ الۡحَـقُّ مِنۡ رَّبِّكُمۡ‌ فَمَنۡ شَآءَ فَلۡيُؤۡمِنۡ وَّمَنۡ شَآءَ فَلۡيَكۡفُرۡ ‌ۙاِنَّاۤ اَعۡتَدۡنَا لِلظّٰلِمِيۡنَ نَارًا ۙ اَحَاطَ بِهِمۡ سُرَادِقُهَا‌ؕ

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz biz zalimler için öyle bir ateş hazırladık ki, onları çepeçevre kuşatacaktır.” (Kehf 29)

Böylece iman etmeyenler üzerine azabı indirir.” (En’âm 125)

Madem ki hidayet ve dalalet insanın isteğiyle gerçekleşmektedir, o halde Allah, hidayeti istemeyene azap verdiğinde bu tamamen adaletli bir karşılıktır. Böylece kâfirler azabı hak etmiş olurlar.

Allah’ın dosdoğru yolu Kur’an’dır. Ayetlerini düşünen, nereden geldiğini ve nereye gideceğini hatırlamaya çalışan kimselere açıklar. Ancak düşünmeyen veya düşünmek istemeyen, hatırlamak niyetinde olmayan kimseler doğru yolu bulamazlar.

Bir insan, ön yargısız ve samimiyetle Kur’an’ın ayetlerini inceler ve tefekkür ederse, onun doğruluğunu görecektir. O zaman başka bir şeyi kabul etmesi mümkün değildir. Ancak daha önceki ayetlerde geçtiği gibi insanların çoğu düşünmez; belirli kişilere körü körüne tabi olurlar. Hâlbuki düşünmek farzdır ve elzemdir. Çünkü insan, diğer mahluklardan düşünme yeteneğiyle ayrılmış ve üstün kılınmıştır. Derin ve aydın düşünceyle mutlaka hakka ulaşılır. Zira hakikat apaçıktır; örtülmez, fakat insanlar onu örtmeye çalışırlar.

Bir insan, kalbini ve göğsünü hakkı görmek üzere açarsa, mutlaka görür. Ama eğer örtmeyi tercih ederse, işte bu yüzden ona “kâfir” denir. Çünkü “kâfir” kelimesinin asıl anlamı “örten”dir.

Bu nedenle Allah şöyle buyurmuştur:

لَقَدۡ خَلَقۡنَا الۡاِنۡسَانَ فِىۡۤ اَحۡسَنِ تَقۡوِيۡمٍ ثُمَّ رَدَدۡنٰهُ اَسۡفَلَ سَافِلِيۡنَۙ‏ اِلَّا الَّذِيۡنَ اٰمَنُوۡا وَعَمِلُوا الصّٰلِحٰتِ فَلَهُمۡ اَجۡرٌغَيۡرُمَمۡنُوۡنٍؕ‏

“Andolsun ki biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısına indirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.” (Tin 4–6)

Buradaki “en güzel biçimde yaratma” ifadesi, insana akıl verilmesi anlamındadır. İnsanın hayvanlardan farkı budur. Hayvanların da dış görünüşleri güzel olabilir; fakat asıl mesele şekil değil, akıldır. Araplar, “akıl insanın ziynetidir” derler. Güzel yüzlü olsa bile aklı olmayan veya aklını kullanmayan kimsenin ne kadar zavallı olduğunu görürsünüz.

Aynı şekilde, eğer bir kimsenin göğsü geniş değilse, yani kalbini hakka açmamışsa, onun ne kadar bağnaz, öfkesine hâkim olamayan, affetmekten uzak biri olduğunu da görürsünüz. Bu kimse çok çabuk sinirlenir, hilim ve sükûneti kaybeder; merhameti tanımaz, kin tutar. Sorunları çözmeye yanaşmaz, hevasına ve nefsine uyar.

Bu nedenle, daveti üstlenen bir müslümanın insanlara hitap ederken yumuşak bir üslup kullanması, onların kalplerini yumuşatmaya ve duygularına hitap etmeye çalışması gerekir.

Bu yüzden Allah şöyle buyurdu:

 اُدۡعُ اِلٰى سَبِيۡلِ رَبِّكَ بِالۡحِكۡمَةِ وَالۡمَوۡعِظَةِ الۡحَسَنَةِ‌ وَجَادِلۡهُمۡ بِالَّتِىۡ هِىَ اَحۡسَنُ‌ؕ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعۡلَمُ بِمَنۡ ضَلَّ عَنۡ سَبِيۡلِهٖ‌ وَهُوَ اَعۡلَمُ بِالۡمُهۡتَدِيۡنَ

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz ki Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir; hidayete erenleri de en iyi bilen O’dur.” (Nahl 125)

Dava adamı, daima delil getirerek hikmetle, akıllıca, güzel öğütle davet eder. İnsanların kalbini açmaya çalışır, güzel kelimeler seçer, muhatabın yanlış mefhum ve fikirlerini çürütür; eğri çizginin yanında doğru çizgiyi gösterir. Çünkü kimin hidayet üzere, kimin dalalette olduğunu en iyi bilen Allah’tır.

Kur’ân’daki ayetler kapalı değildir; açık ve anlaşılırdır. Muhkem ayetler, tek anlam taşır ve herkes tarafından kolayca anlaşılır. Müteşabih ayetler ise birden fazla anlam barındırır; bu durumda bir anlam tercih edilir ve böylece ayetler açıklanmış olur. İlimde derinleşmiş, ihlaslı kimseler bu ayetleri doğru bir şekilde anlar ve tevilini bilirler.

“Rableri katında onlar için selamet yurdu vardır. Onların yaptıklarına karşılık, Allah onların velisidir.” (En’âm 127)

İşte Allah, hidayete eren müminlere büyük bir müjde vermektedir: Onlara selamet yurdu vardır. Selamet, emniyet ve kurtuluş demektir. O yurtta müminler her türlü korkudan emindir; azap görmez, hiçbir kötülüğe uğramaz, hatta onları rahatsız edecek en ufak bir şey bile onlara dokunmaz. Bu yurt, cennettir; nimetlerle dolu, ebedi bir hayattır.

Bundan da öte, onların dostu ve yardımcısı Allah’tır. Onlarla konuşur, onlara bakar; onlar da O’na bakarlar.

Bu büyük ödül, müminlerin imanlarının gereği olarak yaptıkları amellerin karşılığıdır. Yani Allah’ın emirlerine uymaları, yasaklarından uzak durmalarıdır.

Müminler daima bunu düşünmelidir: Dünya işlerini yürütürken Allah’ın rızasını hedef edinmeli, O’nun hükümlerine uymalı, hakimiyetini tesis etmeye ve O’nun kelimesini yüceltmeye çalışmalıdır. Bunun yolu da İslam Hilafet Devleti’dir. Onu kurmanın, imanın gerektirdiği en büyük salih amel olduğunu bilmelidirler.

Böylece, hem dünyada hem de ahirette onlara selamet, kurtuluş, güvenlik, her türlü nimet ve izzet nasip olur.