DEMOKRASİ, ŞURA VE SEÇİM; BİRBİRİNE KARIŞTIRILAN BİRBİRLERİNDEN FARKLI ÜÇ HUSUSTUR
Müslümanlar, İslam’a inandıkları için ona muhalefet etmek istemezler. Fakat fikren zaafa uğradıkları ve anlayışları karıştığı için yabancı fikri beğenmeye ve hayranlık duymaya başlayınca, onu ithal etmeye çalışırlar. Lâkin onu İslam’a uydurarak bu operasyonu gerçekleştirirler. Nitekim zayıf olan kuvvetli olanı, mağlup olan galip olanı, başarısız olan başarılı olanı taklit eder. Avrupa ilerleyince ve Müslümanlar bu ilerlemeyi gerçekleştiremediklerinden Avrupa’ya hayranlık duyup taklit etmeye başladılar. Çünkü Müslümanlar kalkınma ve ilerlemenin nasıl gerçekleşeceğini bilemediler. Zannettiler ki Avrupa’daki olan alınırsa kalkınma ve ilerleme gerçekleşir. Bu sebeple Avrupa’nın fikirlerini ithal etmeye giriştiler. Hâlbuki taklit eden hiç bir zaman kalkınamaz. Yabancı fikri kendi fikrine veya kendi fikrini yabancı fikre uyduran da hiç ilerleyemez.
Zira kalkınma, bir ideolojinin mevcudiyeti nedeniyle gerçekleşir. İnsan ideolojiyi iyice kavramalı ve benimsemelidir. Halk tarafından genel olarak idrak edilmeli ve kabullenilmelidir. Bunun yanı sıra bu ideolojiyi kavramak, kavratmak, insanlara kavrayışları göstermek, bunun devletini halkın desteği ile kurmak, yaşatmak, hesaba çekmek ve ona fikir sunmak için ümmetten siyasî bir hizb bulunmalıdır.
Buna göre kalkınma yolu şöyledir:
1-ideolojiyi bulmak. Bu ideoloji düşünce ve metottan oluşur. Düşünce, akide ve hayat sorunlarının çözümlerinden oluşur. Metot, akideyi koruma keyfiyeti, çözümleri uygulama keyfiyeti ve davayı yüklenme keyfiyetinden oluşur.
2-Bu ideolojiye dayalı siyasî bir teşkilat kurmak. Bu teşkilat, iyice ideolojiyi kavrayacak ve diğer insanlara götürecektir.
3-Bu ideolojiye inanan bir ümmeti tesis etmek. Bu, ideolojiyi ümmete kavratmak ve inandırmakla gerçekleşir.
4-Bu ideolojiye dayalı devlet kurmak. Devlet, ideolojisini pratik şekilde kavrarsa onu güzelce uygular.
5-içtihat kapısını açık bırakmak. Her yeni soruna bu ideoloji açısından çözüm göstermek gerekir.
Bu noktalar gerçekleşirse kalkınma gerçekleşir. Ümmet, onun devleti ve hizipleri fikren yükselir ve fikrini olaylara indirir. İslam gibi sahih bir ideoloji olunca her alanda ilerleme kaydedilir.
Osmanlılar döneminde durum şöyle idi: ideoloji vardı ve o İslam’dı. Ümmet vardı ve o İslam ümmeti idi. Devlet vardı ve o İslam Devleti idi. Fakat içtihat yoktu, teşkilat ve siyasi hizb yoktu. Bu nedenle Müslümanların anlayışları zayıf oldu. Ümmete İslam’ı kavratan grup yoktu, yeni sorunlara cevap veren müçtehit yoktu. Bundan dolayı ümmet ve devlet geriledi ve yabancı fikrin getirilmesine müsaade edildi. Bu yabancı birisi de demokrasidir. Nitekim Avrupa devletleri demokrasiyi ve diğer fikirleri İslam Devleti’ne sokmak için anlaşınca işin boyutu büyüdü. Çünkü Berlin Konferansında Avrupa devletleri hasta adam olarak adlandırdıkları Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmak için toplanıp anlaşamayınca, bu devlete demokrasiyi sokmak üzerinde anlaştılar. Ayrıca Batının kurduğu ittihat ve Terakki Cemiyeti gibi teşkilatlar ve reformistler, demokrasiyi İslam’a uydurmaya ve İslam’la bağdaştırmaya çalıştılar. Şuraya benzetmeye başladılar. Hâlbuki aralarında büyük fark var, birbirlerine taban tabana zıttır. Seçim, demokrasiyle ve şurayla ilgili değil, bir üsluptur. Bunun izahı şöyledir:
Demokrasi konusuna değinirken bu kelimenin doğuşu, kökü, tarihi, manası, mefhumu ve uygulamasına değinmeliyiz. Şöyle ki: Demokrasi, Yunanca bir kelimedir. Onun dildeki manası; halkın hükmü veya milletin egemenliğidir. Mefhumu da aynı şeydir. Bazen halkın kendi kanunuyla kendi kendini yönetmesdir diye onu tefsir ederler. Bazen de halk otoritelerin kaynağıdır diye onu gösterirler. Bu açıklamalar Batılılar tarafından ortaya atılmıştır. Esasta demokrasi, Yunanlı filozof Eflatun’a nispet edilir. Eflatun, MÖ. 427-348 seneleri arasında yaşamıştır. Bu adam “Demokratik yönetimde insanlar, yönetimi, makamları ve genel görevleri eşitçe paylaşırlar” demiştir. Ayrıca demokratik insan, emir vermeyi tanımaz. Tam serbesttir. Arzusuna ve isteğine göre hareket eder. Bu nedenle Eflatun; oligarşi, teokrasi ve diktatörlüğe karşı çıkmış, onları eleştirmiş ve sadece demokrasiyi savunmuştur. Çünkü “Öbür yönetimler, insanın hürriyetini sınırlandırır ve belli grubun egemenliğini sağlar” demiştir. Zira bir grubun başka gruba veya bir kişinin başka kişiye egemen olmasını reddetmiştir.
İlginç şeydir ki; Yunanlılar demokrasiyi uygulayamamışlar ve Eflatun’a bir ada vermişler ve ona demişler ki, “Bu adadaki insanlar üzerine senin demokratik fikrini uygula.” Oraya gitmiş ve orada bir müddet kalmış, çabalamış ve çalışmış. Fakat demokrasiyi uygulayamamış. Adayı terk edip asıl ikamet yerine dönmüştür. İşte bu düşünceyi çıkartan kimse ve onun halkı bunu uygulayamamıştır. Demek ki, demokrasi hayali bir şeydir.
Batı, batıl din adamlarının otoritesi olan teokrasiden ve kralların diktatörlüğünden kurtulunca, kendi temel düşüncesi olan dini hayattan ayırma ilkesine, yani laikliğe uygun bir şeyi ortaya çıkartmak için çalıştılar. Dini hayattan ayırınca, insan dinden sıyrılmış olup hür olur. İradesine herhangi bir kayıt ve sınır yoktur artık. Buna, iradeyi serbest bırakmak denilir. Bu sebeple temel hürriyetler fikrini ortaya attılar. Yunan felsefesini uygulamadılar, onun hayali olduğunu idrak ettiler. Fakat ondan önbilgi aldılar ve kendi vakıalarına göre demokrasiyi geliştirmeye başladılar. Fransız düşünür Russou, sosyal sözleşme adlı kitabını yazdı ve burada demokrasi açısından toplumun yönetilmesini izah etmeye çalıştı. Hürriyeti kabul ederken, herkesin kendi zatıyla sözleşme yapacak, diğerlerinin hürriyetine dokunmayacağına Fransız düşünür Montesquieu, otoriteleri üçe bölüp onların birbirlerinden ayrı olmalarını savundu ki bunlar yürütme organı, yasama organı ve yargı organıdır. Demokratik sistemde hep bu geçerlidir. Her demokratik memleketin anayasasında bunlar gösterilir. Ayrıca halkın egemenliği ve temel hürriyetleri esas tutulur.
Batı Eflatun’un ortaya çıkarttığı demokrasiyi de uygulayamadı. Fakat kendi vakıalarına göre bunu geliştirmeye çalıştılar. Çünkü demokrasiden ne kadar söz ederlerse etsinler hayaldir dedik. Evet demokrasi gerçek dışıdır. Şöyle ki; milletin egemenliği mümkün değildir. Çünkü halk değil, bir grup insan kanunları çıkartır. Hatta kanunu öneren çok zaman bir kişidir ki bunlar parti liderleri veya başbakandır ve sonra bunu meclis onaylar. Meclisin tümünün onaylamasının mümkün olmadığı görülünce çoğunluğu ortaya çıkarttılar. Aynen halkın tümünü toplayıp bir kanun çıkartmasının mümkün olmadığı gibi. Bu nedenle halkın temsilcileri veya vekilleri fikrini kabul ettiler. Ayrıca halkın kendi kendini yönetemediğini görünce hükümeti ortaya çıkarttılar. Bir grup tarafından devlet yürütülecektir. Her bakan bir takım işleri üstlenecektir. Buna rağmen başbakan, hükümeti yürütüyor ve siyaseti çiziyor.
Temel hürriyetleri de şöyle tatbik ettiler: inanç ve vicdan hürriyeti, fikir ve görüş hürriyeti, şahsî hürriyet ve mülk edinme hürriyeti. Fakat bunların tümü kanunlarla sınırlandırıldı. Polis gücüyle de uygulanmaya başlandı. Gerçek şudur ki; hiç bir insan iradesini serbestçe kullanamaz. Çünkü o zaman toplum olmaz. Bu sebeple belli güçlerin iradesine göre hürriyetler sınırlandırılır.
Bundan dolayı, Yunanlıların ve Batılıların mefhumuyla ve düşüncesiyle demokrasi hayaldir, gerçek dışıdır. Aynı anda İslam’a aykırıdır.
Seçim ise, demokrasiyle alâkalı değildir. Batılılar demokrasiyi uygulayamadıkları için halkın temsilcileri ve yöneticilerinin seçilmesinin zaruretini gördüler. Çünkü halk kendi kendini yönetemez, kendi kanununu çıkartamaz. Öyleyse yönetme organını olan hükümeti ve yasama organı olan parlamentonun halk tarafından seçilmesinden söz ettiler. Bu nedenle seçim bir üsluptur, metot değildir. Üstelik Batıda meclis ve hükümet, kuvvet ve sermaye sahipleri tarafından seçiliyor ve bunların etkisi altında kalıyor. Çünkü bir kişinin adaylığını göstermesi için yüklü para ödemesi gerekir. Propaganda yapabilmesi için de çok para harcaması lazımdır. Nitekim hiç bir kimse laikliğe aykırı bir parti kuramaz ve adaylığını da gösteremez. Bu da fikir, inanç ve vicdan hürriyetine aykırıdır. O zaman herkes kanunla kayıtlıdır. Hürriyet diye bir şey yoktur. Hürriyet ancak belli kişilerin iradesi ve çıkarı gereğince belirlenir. Bu şekilde demokraside belli grubun diğer gruplara egemenliği vardır. Bu da demokrasiye aykırıdır.
Bundan dolayı demokrasiyi reddetmek gerekir. İnanılan bir yalandan ve gerçek olarak kabullenilen bir hayalden ibarettir. O sadece belli kişilerin iradesine dayalı bir tağuttur.
İslâm’daki şura ise; bundan tamamen farklıdır ki o şöyledir:
Bu kelime, Arapçadır. Kökü de; petekten balı çıkartmak manasında geçen bir kelimeden kaynaklandı. Hayvana verilen yemekten kalan şeye şura denilir. Hayvanlara verilen yemeğin yerine denilir. Develer iyi beslenince ve güzel olunca istişare denilir. Ayrıca emir veya fikir vermeye de denilir. İstişare; fikir istedi demektir. İşte buna benzer manalardan geçmektedir. Istılahı manası ise; fikir veya görüş bildirmektir. Şeriat ıstılahında da; mutlak şekilde görüş almaktır. Bu nedenle şura, bağlayıcı değildir. şu ayeti kerime bunu göstermektedir:
“Onlarla işlerde şura yap (danış). Eğer azmedersen (karar alırsan) Allah’a tevekkül et (dayan ve güven).” (Ali imran : 159)
Bu ayet Resulullah (S.A.S)’e ve onun yerine geçen İslam Devleti’nin reisi olan Halifeye yönelik bir hitaptır. Resulullah (S.A.S) mubah dairesinde Müslümanlara danışıyordu. Ama kendisi karar alıyordu. Misal olarak; Bedir olayında, Kureyş’in kafilesini çevirmek için Müslümanları gönderdi. Fakat kafile yolunu değiştirip kaçtı. Buna rağmen Kureyşliler Müslümanlara ders vermek için bin asker gönderdi. Resulullah (S.A.S) Ensarlar ile dışarıda savaşmak üzere sözleşmemiş idi. Bu nedenle şöyle seslendi : “Ey insanlar, bana şura gösterin (fikir gösterin).” Muhacirler teker teker ortaya çıkıp savaşa hazır olduklarını bildirmeye başladılar. Fakat Resulullah (S.A.S) aynı kelimeyi tekrarladı. Ensarların liderlerinden Saad ibni Muaz şöyle dedi : “Sanki bizi kast ettin ya Resulullah”. Resulullah (S.A.S) de; “Evet.” dedi. Resulullah (S.A.S) burada Ensarların görüşünü almak istedi. Resulullah (S.A.S) onların görüşlerini dinledikten sonra savaşma kararı üzerine devam etti. Yoksa sadece Muhacirlerle beraber savaşacaktı.
Orada bir yerde Müslümanlarla birlikte konakladı. El Habbab ibni Münzir ona dedi ki; “Bu konaklama Allah’tan mı? O zaman ne ileriye ne de geriye adım atmayız. Yoksa harp, hile ve rey (görüş) göstermek meselesi midir?” Resulullah (S.A.S); “Harp, hile ve rey göstermek meselesidir.” dedi. ibni Münzir görüşünü gösterdi. Resulullah (S.A.S) onun görüşünü beğenip kendisi karar aldı. Diğerlerinin görüşünü almadı. Bundan anlaşılıyor ki; stratejik konularda görüşü kabul etme ve reddetme meselesi devlet başkanına bağlıdır ve görüş bağlayıcı değildir.
Hudeybe’de hemen hemen herkes itiraz etmişlerdi. Fakat Resulullah (S.A.S), kararın vahiyden olduğunu bildirmiştir. Bu nedenle şeriatın hükümleriyle ilgili olunca karar vahye göre olur. İnsanların görüşlerine değer verilmez. Tebük Gazvesinde Müslümanlar önünde Rumlar kaçınca Resulullah (S.A.S) yardımcısı olan Ömer (r.a)’la şura yaptı. Ömer (r.a) şöyle dedi : “Allah’tan bir vahiy var mı?” Resulullah (S.A.S); “Öyle olsaydı seninle şura yapmazdım.” dedi. Şuranın konusu; düşmanın peşinde ve ileri gitmekti. İşte vahiy ile ilgili olunca vahiy uygulanır. Mubah veya muhayyerlik dairesinde olunca, doğru kararı tayin eden İslam Devleti’nin reisi olan Resulullah veya onun yerine geçen Halifedir. Hendek’te stratejik bir konu hakkında tek bir kişinin görüşü alındı. Buna benzer birçok olayda da böyle yapıldı.
Buna göre şura, bağlayıcı değildir. Şura konusu, isabetli fikir almaktır. Şeriatın ahkâmıyla ilgili herkes şerî hükmü gösterir. Fakat halife bir şerî hüküm benimser. Stratejik konular; fikrî, siyasî ve şerî tarifler ve tanımlarla ilgili herkes görüşünü gösterir. Fakat halife bir görüş benimser.
Müslümanlar birbirleriyle danıştıkları için Allah tarafından övüldüler.
“Onların işleri, aralarında şura yapılarak yürür.” (şura : 38)
Şura, övülen bir husustur. Bunun manası; mendup ve müstehaptır, farz değildir. Olmazsa İslam’daki yönetim eksik olmaz. Üstelik kararı alan Halifedir, halk veya meclis değildir. Şu var ki; şura, Halife üzerine ümmetin hakkıdır. Ümmet, Halifenin kendilerine danışmasını isterse onların talebini yerine getirmelidir. Çünkü hakkı sahibine vermek farzdır. Buna rağmen ümmetin veya temsilcilerin görüşlerini dinleyince bu bağlayıcı değildir. Böylece şura yapma talebi halifeden gelirse menduptur, ümmet tarafından gelirse halife üzerine farzdır. Mihir meselesi gibi. Eğer kadın mihir istiyorsa kocasına farz olur. Fakat kadın istemeyip de erkek vermek isterse mendup olur, hediye konusuna dâhil olur.
Resulullah (S.A.S), ikinci Akabe Biatını aldıktan sonra biat edenlere dedi ki : “Sizin kavminizin vekili olacak içinizden on iki önderi seçin.” Resulullah (S.A.S) Medine’ye yerleştikten sonra, kendisi 7 Muhacir ve 7 Ensar olmak üzere on dört kişiden oluşan şura ehlini seçti. Böylece halkın temsilcilerinin kim olduklarını öğrendi. Aynı anda değişik konularda değişik kimselerle şura yapıyordu. Bazen de camide bütün Müslümanlardan görüş almaya çalışıyordu. Bu nedenle onun zevcesi Ümmü Seleme şöyle dedi : “Resulullah’tan daha çok şura yapan kimse görmedim.”
Bu nedenle seçimin bir üslup olduğu görülür. Müslümanları memnun etmek, meseleyi vuzuha kavuşturmak ve ufku genişletmek için şura çok güzel bir şeydir. Müslümanlar şura konusunda temsilcilerini seçebilirler veya halife tarafından tayin edilebilir. Fakat halk tarafından seçilirse daha iyidir. Halkı daha fazla memnun eder. Halifeyi seçme meselesi ise yine ya direk ümmet tarafından gerçekleşir ya da ümmetin vekilleri olan Ehli Hal ve Akd tarafından gerçekleşir. Ebu Bekir (r.a) Ehli Hal ve Akd tarafından seçildi. Ömer, Osman ve Ali (r.a) direk ümmet tarafından seçildiler.
Meşveret konusuna gelelim: Meşveret, şuranın aynı kökeninden gelmesine rağmen istilahı manası farklıdır. Mubah dairesinde insanların faydalı işleriyle ilgilidir. Doğru fikrin veya şerî hükmün gösterilmesi gerektirmeyen muhayyerlik dairesine giren ve menfaatla ilgili olan işlerde cereyan eder. Burada Müslümanların görüşü bağlayıcıdır. Bunun delili Resulullah (S.A.S)’in Ebu Bekir ve Ömer’e karşı şu sözüdür : “Bir meşveret üzerine ittifak ederseniz size muhalefet etmem.” (ibni Hanbel) Uhud olayında savaşmak için dışarıya çıkmak veya içeride kalmak üzerine görüş farklılığı oldu. Fakat çoğunluk dışarıya çıkalım deyince, Resulüllah (S.A.S) kendi görüşünden vazgeçip çoğunluğa uydu. Hendek Gazvesinde düşmanlar İslam Devleti’ni kuşatınca Resulüllah (S.A.S) bazılarına mal vererek (Medine’nin meyvesinin üçte birisini) onları oradan uzaklaştırmak istedi. Ensarların liderleri ve vekilleri olan Saad b. Ubade ve Saad b. Muaz bunu reddedince Resulüllah (S.A.S) vazgeçti. Nitekim böyle zor durumda düşmanı uzaklaştırmak için ona mal verilebilir. Burada doğru fikri göstermek söz konusu olmadığı, muhayyerlik dairesinde olduğu ve menfaatle ilgili olduğu için meşveret konusuna dâhil olur. Ve bu, bağlayıcıdır.
İşte ümmet meclisinde vekiller şura işleriyle uğraştıkları gibi meşveret konusuna dâhil olan hususlar hakkında karar alırlar. İslam Devleti’ndeki meclisin başka işi de vardır ki bu, halifenin bütün uygulamaları için muhasebe yapmaktır. Çünkü Resulullah (S.A.S) icraatla ilgili hususlar hakkında Müslümanların kendisini hesaba çekmelerini istemiştir. Ayrıca yöneticileri hesaba çekmenin farzıyla ilgili çok hadisler vardır. Fakat muhasebe hususunda meclisin kararı bağlayıcı değildir. Halifeyi ikna edemezlerse Mezalim Mahkemesine şikâyet ederler. Mahkemenin kararı bağlayıcı olur.
Ümmet Meclisi, Ehli Hal ve Akd olduğu için Halife adaylarını tespit ederler ve bu hususta kararları bağlayıcıdır. Halifeyi de seçebilirler. Fakat halifeyi azledemezler. Ancak Mezalim Mahkemesi şerî bir gerekçeyle azleder. Fakat Meclis, Halifenin yardımcılarını ve Valilerini halifeye azlettirebilirler, bu hususta kararları bağlayıcıdır. Çünkü Resulullah (S.A.S), Valilerin azlini isteyen Bahreyn halkının temsilcilerinin talebine icap etti.
İşte İslam Devleti’ndeki Ümmet Meclisinin mahiyeti ve yetkileri böyledir. Demokrasideki meclise hiç benzemez. Demokrasideki meclisin kararı her hususta bağlayıcıdır ve hem de kanunları çıkartır, yöneticileri tayin eder ve azleder. O, yasama organıdır. Ayrıca İslam’da, Allah’a teslim olmak, kulluk etmek vardır. Temel hürriyetler yoktur. Bu nedenle inanç ve vicdan hürriyeti yoktur. İslam’ı kabul eden kimse onu terk edemez, ederse mürtet olur, tövbe etmezse öldürülür. Fikir ve görüş hürriyeti yoktur. Hiç bir kimse İslam’a aykırı hiç bir fikir gösteremez. Yoksa cezalandırılır. Mülk edinme hürriyeti yoktur. Faizi alan ve veren, kumar oynayan, aldatan, hırsızlık yapan vs. cezalandırılır. şahsî hürriyet yoktur. Rızayla da olsa zina yapanlar cezalandırılır. vs.
Demokraside yöneticilerin sınırlı müddeti vardır. İslam Devleti’nde Halifenin sınırlı müddeti yoktur. Ancak şerî gerekçeyle Mezalim Mahkemesinin kararıyla azledilir.
Demokraside yönetim paylaşılır. İslam’da paylaşılmaz, hükümet yoktur. Halife kendisine yardımcılar seçer. Bunlar halifenin baktığı her meseleye bakar.
Demokraside krallık olabilir ve cumhuriyete dönüştürülebilir ve bunun tersi de olabilir. İslam Devleti’nin şekli ise sabittir, değişmez ve o Hilâfet’tir. Cumhuriyet veya krallık veya imparatorluk yoktur. Çünkü Halife, cumhurun (çoğunluğun) iradesine bağlı değildir. Allah ve Resulünün emrine bağlıdır.
Demokraside yasama organı, yargı organı ve yürütme organı vardır ve bunlar birbirlerinden bağımsızdırlar. İslam’da halife, Müslümanların işlerini yürütür, yürütmek için de kendisi şerî hükümleri benimser. Yargıçları tayin eder ve azleder. Fakat yargılanırken Mezalim Kadısını azledemez.
Hülâsa; demokrasi küfürdür ve kâfirlerin hayali ve batıl fikirlerindendir. Osmanlı Devleti’ni İslam’dan uzaklaştırmak ve bilahare yıkmak için düşman olan batılılar tarafından kullanılmış bir silahtır. Şu anda İslam’ın iktidara ulaşmasını ve Hilâfet Devleti’nin kurulmasını engellemek için Batılıların ve ajanlarının önemli silahı ve vesilesidir. Müslümanların İslam’a dayalı bir parti kurmalarını yasaklar ve sadece halkın hâkimiyetine, laikliğe ve temel hürriyetlere dayalı bir parti kurabilirler. Bu şekilde Müslümanları bu küfür ilkelerine boyun eğdirirler ve onların bu küfür ilkelerine dokunmalarını yasaklarlar. Bu şekilde demokratik çalışma yapan kimse, İslam davetini yüklenemez, küfre çatamaz, küfrü çürütemez, İslam çözümlerini gösteremez, laiklik gibi münkerleri nehyedemez, İslam ahkâmı olan marufu emredemez. Bu şekilde birçok farzdan vazgeçmiş ve birçok haram işlemiş olur. Hâlbuki İslam ve küfür birbirinden ayrılmazsa ve açıkça gösterilmezse İslam anlaşılmaz ve Hilâfet kurulmaz. Demokratik meclise giren kimse, küfür ilkelerine uyacağına ve onları uygulayacağına dair yemin eder. Şeref ve namus üzerine yemin etmek şirk olarak benimsenmezse de büyük haram sayılır. O mecliste kanuna evet veya hayır diyebilmek için anayasaya dayanmak gerekir. İslam açısından bu hususta oylama yapmak kesinlikle yasaktır.
Demokrasiye dayalı seçimi Müslümanlar reddetmelidir. Sadece Halifeyi seçme ve İslam ümmetinin vekillerini seçmek için çalışmalıdır. Demokrasiyi (milletin hâkimiyetini) reddetmelidirler ve şeriatın hakimiyetini tesis etmek için uğraşmalıdırlar. Bu da ancak Resulullah (S.A.S)’in metodunu izlemekle olur. Onların yasaları dışında İslam davetini yüklenmek, Müslümanlara İslam’ı kavratmak ve ümmetin desteğiyle, gücüyle ve inkılabıyla İslam Devleti’ni kurmakla olur. Allah’tan korkan, Ahireti uman ve Cenneti hedef edinen kimse ancak bu yolu takip eder.
Esad Mansur.