ASIL OLAN, SADECE NİYET DEĞİL, AMELİN ŞERİ HÜKÜMLERLE YAPILMASIDIR. EĞER KÜFRÜ UYGULAYANLAR İYİ NİYETLİ İSELER, HEMEN TÖVBE ETSİNLER.
Bazı Müslümanlar “Ameller ancak niyetle geçerli olur” diyen hadisi, artık ağızlarından düşürmüyorlar. Ve “Ameller, şeriata aykırı olsa da önemli olan niyettir” diyorlar. Özellikle son zamanlarda İslâmî olarak nitelendirilen bir parti, Türkiye’de iktidara geçince, bu hadisi daha çok tekrarlamaya başladılar. Nitekim bu partinin lideri başbakan ve bazı üyeleri de bakan oldular. Bunları destekleyen Müslümanlar da bu hadisi, bunların şeri olmayan amelleri için bir bahane olarak kullanmaya çalışıyorlar. Çünkü bu başbakan ve bakanları, açıkça küfrü uyguluyorlar. Ayrıca laikliğe, Atatürk ilkelerine, demokrasiye, cumhuriyet sistemine, milliyetçiliğe, vatancılığa ve temel hürriyetlere bağlı kalacaklarına ve bunları koruyacaklarına dair şerefleri ve namusları üzerine yemin ettiler. Bu partiye tabî olanlar, bunları savunurlarken bunların niyetlerinin Müslümanlara ve İslâm’a hizmet etmek olduğunu, küfrü uygulasalar ve küfür sözünü söyleseler de önemli olmadığını, önemli olanın ise bu hizmetlerin olması olduğunu söylüyorlar. Yine bunun bir takiyye ve bunun da “Harp hiledir” hadisinin kapsamına girdiğini belirtmektedirler. Diğer bir yönden de; parlamentoya üye olanların da aynı yemini etmeleri ve laik cumhuriyetin altıncı maddesi gereğince yasama işini üstlenmeleri gerekir. Bu madde ise “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesidir. Üzerine yemin ettiği ilkelerin dışında millet için bir kanun öneremez, bir kanunu İslâm açısından tartışamaz ve şeriata göre ise hiç bir kanuna itiraz edemez veya muhalefet yapamazlar. Bütün bunlara rağmen bu yapılan amellerin önemli olmadığı, önemli olanın niyet olduğunu belirtmektedirler.
Yemin meselesi tartışılacak olursa ki o yemin, sözlü bir davranıştır ki bunun niyetle bir alâkası yoktur. Kesin bir şekilde ölümle tehdit olunmayınca, hiç bir kimse küfür kelimesini söyleyemez. Fakihler bu vakıaya, “ikrah-ı mülci” adını verirler. Ki bu vakıa, aynen Ammar’ın uğradığı durum gibidir. Taberi şöyle rivayet ediyor: “Kâfirler, Ammar’a ağır işkence çektirdikten sonra “maymon” adlı kovuğa attılar ve kapısını kapatıp onu ölüme terk ettiler. Sonra ondan küfür kelimesini söylemesini istediler. O da bunu söyledi. Sonra Rasulullah (SAV)’e gelip durumu anlatınca, Rasulullah (SAV) bu durumda ona ruhsat verdi.” Allahu Tealâ şu ayeti indirdi:
“Kim imanından sonra kâfir olursa …. ancak kalbi imanla dolu olduğu halde ikrah ederse o müstesnadır….” (Nahl: 106)
Aynı anda Ammar’ın babasını ve annesini öldürdüler. Böylelikle bunlar İslâm’da ilk şehitlerdir.
Fıkıhta bilinen şudur ki; “Yemin, yemin ettirenin maksadına göre olur, yemin edenin niyetine göre değil.”
Takiyye, küfür kelimesini söylemek değildir. Takiyye; küfür diyarında kâfirlerin galip gelip otorite sahibi olmaları ve orada yaşayan Müslümanların kâfirlere karşı düşmanlık göstermeyip ve yumuşaklık göstermeleridir. Fakat İslâm’a bağlı kalmaları gerekir. Eğer öyle yapamazlarsa, onlara hicret etmeleri farz olur. İkrah-ı mülci dışında, kim küfür kelimesini söylerse veya kâfirleri dost edinirse mürted olur. Takiyye ile ilgili ayet (Ali İmran: 28), İslâm Devleti kurulduktan sonra hicret etmeyip de Mekke’de ikamet etmeye devam edenler hakkında nazil olmuştur. Eğer hicret etmeyeceklerse İslâm’a bağlı kalacaklar. Fakat kâfirlere karşı düşmanlıklarını göstermeyip onlara karşı yumuşaklık gösterebilirler. Çünkü kâfirlerin egemenliği ve emniyeti altında yaşadıkları için onlarla savaşamazlar. Bu durumda cihad onlara farz değildir. Fakat İslâm’a bağlılıklarını gösteremezlerse ve dinlerini yaşayamazlarsa ve hicret etmeye kudreti olduğu halde hicret etmezlerse cehennemlik olurlar. (Bununla ilgili olarak Nisa: 97 ayetine bakın.) Misal olarak; Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, Mekke’de yaşayan Müslümanların durumuna benzer. Böylelikle Müslümanlıklarını yaşamalılar, fakat kâfirlere karşı düşmanlıklarını göstermeyebilirler ve yumuşaklık da gösterebilirler. Fakat küfür kelimesini söyleyemezler, yoksa kâfir olurlar. Eğer İslâm ahkâmını terk etmeye zorlanacak olurlarsa, oradan bir başka yere hicret etmelidirler. İslâm memleketlerinde yaşayan Müslümanların durumu ise farklıdır. O diyarlar, dârül küfre çevrildi, onların üzerlerine küfür uygulanıyor ve yöneticileri de kendilerinin Müslüman olduklarını iddia ediyorlar. O zaman bu yöneticileri düşürüp İslâm rejimini tesis etmek, İslâm’ı uygulayacak kişileri yönetici olarak tayin etmelidirler. Böylelikle onlara marufu emretmek ve münkeri nehyetmek farzdır. Bundan dolayı bu zalim ve küfür rejimlerine karşı çıkmak farzdır.
“Harp hiledir” ifadesi; kâfirlere karşı kanlı bir savaş ilân edilince o zaman uygulanır. Düşmanı yenmek için onu şaşırtmaya çalışılır. İşte hile budur. Küfür kelimesi söylemek değildir. Yine o savaş anında hile maksadı ile Müslümanlığını gizleyebilir. Misal olarak; Nuaym b. Mesut’un Müslümanlığı bilinmiyordu. Nuaym b. Mesut, Yahudi Hayber’e kendisi gidip, Kureyş’in pişman olduğunu ve Muhammed’le anlaşmayı tercih ettiğini böylece onlardan on adam istediğini ve bunları Muhammed’e teslim edeceğini söyledi. Sonra da Kureyşlilere gidip onlara da, Hayber’in pişman olduğunu, tekrar Muhammed’le anlaşmak istediğini, güvence olarak da onlardan on adam istemelerini söyledi. Böylece Nuaym b. Mesut, Medine’ye saldıran bu küfür güçlerinin birbirlerine karşı olan güvenlerini sarstı. Fakat bunu yaparken hiç küfür kelimesi söylemedi. Rasulullah (SAV) ona “Harp hiledir” demiştir. Kanlı savaş dışında bu hadis uygulanmaz. Kesinlikle siyasî ve fikrî mücadelede tatbik edilmez. Bu mücadele açık olmalıdır ki, insanlar İslâm fikrini, çözümünü ve siyasetini anlasınlar ve kabul etsinler. Çünkü buradaki hedef, insanlara İslâm’ı ikna yoluyla kabul ettirmektir. Ki bu tamamen Rasulullah (SAV) ve sahabelerinin Mekke’deyken fikrî ve siyasî mücadele yaptıkları gibidir. Orada hiç yalan söylenmedi, hile yapılmadı ve İslâm apaçık şekilde duyuruldu.
Öte yandan ırz ve namus üzerine yemin etmek veya ant içmek meselesi kesinlikle caiz değildir. Rasulullah (SAV) şöyle buyurdu: “Kim Allah dışında başka bir şeye yemin ederse kâfir olur.” (Ebu Davud, Tirmizi ve El-Hakim)
“Bir Yahudi, “Siz (Müslümanları kastederek), şirk koşuyorsunuz. Çünkü Kâbe’ye yemin ediyorsunuz” dedi. Sonra Rasulullah (SAV), Kâbe’ye yemin etmeyi nehyetti ve Kâbe’nin Rabbine yemin etmelerini emretmiştir.” (İbni Hanbel ve Nisai)
Ayrıca babalarına yemin etmelerini de nehyetmiştir ve şöyle demiştir: “Allah, babalarınız üzerine and içmenizi yasaklıyor.” (Buhari, Müslim)
Üstelik haramı işlemek veya laiklik, demokrasi ve Atatürk ilkeleri gibi küfre bağlılığı göstermek ve onu uygulamak için yemin etmek kesinlikle caiz değildir.
Kimse bu şirke yemin etmelerine zorlamıyor. Daha doğrusu, bu küfür kelimesini söylemek ve haramı işlemek için koşuşuyorlar. Ve bütün bunları, makam sahibi olmak ve servetlerine servet katmak uğrunda yapıyorlar. Ama “İslâm’a ve Müslümanlara hizmet etmek istiyoruz” diyerek iddiada bulunuyorlar. Burada, zahiren hüküm verildiğinden dolayı uydurdukları bahaneleri tartışmıyoruz. Oysa İslâm’a ve Müslümanlara şeriatın tayin ettiği yolda hizmet etmek ister de edemezse o zaman mazeretlidir. Fakat küfre girmez ve haramı da işlemez. Yoksa öyle yapmasıyla çirkin bir cinayet işlemiş olur. İktidara geçince İslâm’a ve Müslümanlara nasıl hizmet edeceklerini görelim.!. Faizi artırdılar, fakat onun adıyla oynayarak bunu yaptılar. Gıda maddelerine % 25 ve diğer maddelere de değişik oranlarda zam yaptılar. Amerika’nın liderliğinde Çekiç Güç’e, İslâm toprakları üzerindeki sömürgecilik üzerine kurulu olan ikâmetini uzattılar. İsrail’le yapılan anlaşmaya karşı sustular. Bununla yetinmeyip, İslâm toprağını gasbeden bu Yahudilerle ikinci bir askerî anlaşma yaptılar. Ordudan kovulan 18 Müslüman subayın kovulmasını imzaladılar. Bütün bu icraat, bir ay içerisinde gerçekleşti. Bu mu, İslâm’a ve Müslümanlara hizmet etmek.?!. Bu 18 asker kovulunca, bu partiye mensup olan Adalet Bakanı “İmza atmaya mecburuz” demişti.!! Yukarıda dediğimiz gibi, mecburiyet sadece kesin şekilde ölümle tehdit olunca geçerlidir.
Bütün buna rağmen bu partiye tabî olanlar için; yöneticilerinin niyetlerinin iyi olması ve İslâm’a aykırı hareket etseler de, küfür kelimesini söyleseler ve ona bağlansalar dahi önemli olmadığı, önemli olan liderleridir. Onlar için o lider ölçüdür. Hz. Ali’den Allah razı olsun şöyle demişti: “Hak, adamlarla tanınmaz; adamlar Hakla tanınır ve ölçülür. Hak ise, Kur’an ve Sünnet’tir.” İşte ölçü budur. Böylelikle herkes bununla tanınır. Allahu Tealâ şöyle buyurdu:
“Rasul size neyi getirdiyse alın, neyi nehyettiyse bırakın. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Haşr: 7)
Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği hadisin başlangıcı olan sözcüğü bir sınırlandırma edatıdır. “Yalnız veya ancak” manasına gelir. İkinci sözcük olan kelimesinde geçen “el” edatı, tarif için kullanılır. Böylece “ameller” sözcüğü tanıtılmış olur. Bunun manası ise, “tanınan ameller”dir. Böylece bu hadisin tercümesi ve manası şöyledir: “Yalnız tanınmış olan işler, niyetle geçerli olur.” Rasulullah (SAV)’in tanıdığı ameller, sadece şerî hükümlere göre yürütülen işlerdir. Bütün âlimler de bunu açıklamışlardır. Şeriata aykırı ameller, tanınmış değil bilâkis reddedilmiş işlerdir. Rasulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: “Bizim dinimize aykırı kim bir amel yaparsa reddedilir.” (Müslim) Böylelikle bütün kabul edilen ameller, Kur’an’da ve Sünnet’te belirtilmiştir. Rasulullah (SAV) şöyle buyurdu: “Helâl belli, haram da bellidir.” İnsan eğer bir işin hükmünü bilmezse o ameli yapmaz. Ondan kaçınır çünkü o şüphelidir. Bu hadisin devamında şöyle geçmektedir: “Bunların arasında şüpheli (hükmü belli olmayan) ameller vardır. Çok insan onları bilmez. Kim bu şüpheli olanlardan uzaklaşırsa, dinini ve ırzını korumuş olur.” Eğer bir fiilin hükmünü bilmeden onu yaparsa, harama düşmüş olur. Yine hadis şöyle devam ediyor: “Kim bu şüpheli işleri yaparsa, harama düşmüş olur.” (Buhari, Müslim ve Tirmizi)
Nitekim şerî kaide şöyledir: “Amellerde asıl olan, şerî hükümlere bağlanmaktır.”
Biz şeriatın hükümlerine bağlandığımız zaman, Allah’a kulluk etmiş oluruz. Hâlbuki bu hayattaki görevimiz, sırf Allah’a kulluk etmektir. Yani O’nun emrine uymak ve nehyinden vazgeçmektir. Allahu Tealâ şöyle buyurdu:
“Cin ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 46)
Küfrü uygulamak ve ona bağlılık göstermek, kesinlikle kabul edilen amellerden değil, reddedilen ve gayri meşru amellerdendir.
“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezlerse, onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44)
İşte küfür veya haram amellerde niyet söz konusu değildir. Onlar yaptıkları bu amellerle dünyada fayda sağlasalar da reddedilir. Misal olarak; içkiyi satmak dünyada fayda temin eder, fakat haramdır. Biri kalkıp da yaptığı bu amelle “Niyetim Müslümanlara hizmet etmektir” derse, bu reddedilir.
Şu var ki; niyet, ibadetle ilgili olan amellerde bir temeldir. Diğer ameller ise ancak şerî hükümlere uygun olmalıdır. Burada niyete bakılmaz. Birçok âlim bunu açıklamaktadır. Niyetle ilgili tartıştığımız hadisin devamından da anlaşılıyor ki; “Kim Allah ve Rasulü için hicret etmiş ise Allah’a ve Rasulüne hicret etmiş olur. Kim de dünyayı kazanmak için veya bir kadınla evlenmek için hicret etmiş ise bunlara hicret etmiş olur.”
Dünyayı kazanmak ve bir kadınla evlenmek için insan hicret edebilir, ama bu amelinde hicret sevabı alamaz. Fakat yapılan bu amel mubahtır. Bunun yaptığı hicreti, dilde lafızda geçtiği gibi, asıl ikâmet yerini terk edip başka yere geçmektir. Lâkin şerî hicret ise, Allah ve Rasulü için göç etmektir. Kur’an’da şöyle geçmektedir:
“Kim evinden çıkıp Allah ve Rasulüne hicret edipte ölürse, onun sevabı Allah indindedir.” (Nisa: 101)
Muamelelerde, sözleşme ve anlaşmalarda niyet hiç bir zaman geçerli değildir. Bunlarda geçerli olan lafızlar ve şeriata uymasıdır. Sözleşmenin şerî tarifi şöyledir: “Yerinde ispatlanıp, şeriata uygun şekilde iki tarafın kabulüdür.” İbadetlerden maksat, yalnız ruhî değeri gerçekleştirmektir. Ticaret, ziraat vs. bunlara benzer işlerden maksat ise, yalnız maddî değerleri gerçekleştirmektir. Böylece maddî olan bu işler, ruhla meczedilince (karıştırılınca) madde ruhla meczedilmiş olur. Sözleşmelerde ihtilaf olursa, hâkim, niyeti sormaz, sadece şeriata uygun olup olmadığını inceler ve böylece cevap verir. Siyasî ameller ise, şeriata uygun olmalıdır. Çünkü siyaset, insanların dâhilî ve haricî işlerini yürütmektir. Müslüman ise, insanların işlerini yalnız İslâm’a uygun şekilde yürütmelidir. O zaman salih amel yapmış olur. Kur’an’da ve Sünnet’te salih amelin, şeriatça kabul edilen iş olduğu tarif edilmiştir. Tövbe Suresinde geçen 120. ayette; Allah uğrunda susamak, acıkmak, yorulmak, kâfiri kızdırmak için bir adım atmak ve düşmana herhangi bir şekilde dokunmanın birer salih amel olduklarını beyan etmiştir. Zalimlerle işbirliği yapmak ise, cehenneme götüren ameldir. (Bakınız Hud: 113) Kâfirleri dost edinmek de küfürdür. (Bakınız Ali İmran: 28) Rasulullah (SAV)’in niyeti ve maksadı, Allah’ın sözünü ilân etmektir. Bunun uğrunda taviz göstermesinden sakındırıldı. (Bakınız İsra: 73-75)
Ayrıca küfür rejimlerine katılmak ve küfrü uygulamanın manası, marufu nehyetmek ve münkeri emretmektir.
“Münafık erkek ve kadınlar birbirlerini dost edinirler. Münkeri emrederler ve marufu nehyederler.” (Tevbe: 67)
Münker, İslâm’a göre reddedilen ameldir. Maruf ise, şeriatça tanınmış ameldir. Müslümanlar ise, münafıkların tersidir.
“Mü’min erkek ve kadınlar, birbirlerini dost edinirler, marufu emrederler ve münkeri nehyederler.” (Tevbe: 71)
İsrail oğulları marufu emretmeyi terk edince ve münkeri nehyetmeyince lânetlendiler. (Bakınız Maide: 78-81) Rasulullah (SAV), Müslümanların, zalimleri münkerden nehyetmezlerse ve marufu da ona göstermezlerse, onların da İsrail oğulları gibi lânetleneceklerini açıklamıştır. (İbni Ebî Hatem) Münkeri isteyen kimseyle oturmak, onunla yemek yiyen ve için kimse, Yahudiler gibi lanetli olur. (Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace) Münkeri işleyenlerle hiç oturulamadığı gibi nasıl olur da münkeri uygulamak için oturulur?! Bunun lâneti ise daha büyüktür. Münkeri gören eliyle değiştirir, bunu yapamazsa diliyle değiştirir, bunu da yapamazsa ona buğuz edip onu işleyenlerden uzak kalır. Eğer bunu da yapmazsa imanının bir hardal tanesi kadar olmadığını Rasulullah (SAV) açıklamıştır.
“Rasulullah’ın yolunu izlemek; zor, meşakkatli ve zarar getirir. O nedenle akıllı olup kâfirlere karşı çıkmamak, onlara yağ çekmek ve onlarla işbirliği yapmak gerekir” diyen kimseler, Kur’an’ı ve hakikati unutmuşlardır. Çünkü zafer ancak bu yoldan geçer. (Bakınız Bakara: 214) Zalimlerle işbirliği yapılırsa, kesinlikle İslâm’a zafer gelmez. (Bakınız Hud: 113) Muhakkak ki mü’minler imtihana uğrayıp eziyet göreceklerdir ki sahte olanlar belli olsunlar. (Bakınız Ankebut: 3-10) Hatta zafer, insanlar yalanlayıp da onlarda ümit kalmayınca gelebilir. (Bakınız Yusuf: 110)
Allah, yalnız salih amel işleyen mü’minleri halife kılar ve onların vasıtasıyla dini yükseltir. (Bakınız Nur: 55) İyi niyete sahip olan kimse yalnız salih amel yapar. Günah işlemek ise hezimete uğratır. Salih amel yapamazsa daha kötü amel yapılmaz. Üstelik burada niyete bakılmaz, zahire (görünene) bakılır. Yani amellere ve sözlere bakılır. Rasulullah (SAV) şöyle buyurdu: “Biz zahire göre hüküm veririz. Allah gizli olanların hususlarını üstlenir.” Bu sebeple Usame (r.a) savaşta “La ilahe illallah Muhammed Rasulullah” diyen kâfiri vurduktan sonra bunu Rasulullah’a bildirdi. Rasulullah (SAV) ona kızdı. Usame, “Korkudan bunu söyledi, ya Rasulullah” deyince, Rasulullah (SAV), “Onun kalbini açıp ona baktın mı?” dedi. Bu nedenle küfür kelimesini söyleyen veya uygulayan kimse, şüphesiz kâfirdir. Kalbini açmıyoruz ve ona bakmıyoruz. Ebu Lubabe adlı Müslüman, cahiliyyede Yahudi Kureyze oğullarının dostu idi. Bu Yahudi kabile ihanet ettikten sonra İslâm ordusu tarafından kuşatılınca, Ebu Lubabe’yle danışmak için onu çağırdılar. Ebu Lubabe’ye sordular: “Muhammed bize ne yapacak?” Ebu Lubabe “Sizi kesecek” dedi. Fakat Ebu Lubabe, bir sır kaçırarak ihanet yaptığını anladı. Kendini bir ağaca bağladı. Allah’ın affı gelinceye kadar öylece bağlı kaldı.
Buna göre niyetlerinin iyi olduğunu iddia edenler, küfrü uygulamaktan vazgeçsinler ve Allah’ın affını istesinler. Kendilerini ağaçlara veya başka şeylere bağlasınlar. Müslümanlar onların tövbelerinden emin olunca onları çözsünler. Nitekim Allahu Tealâ şöyle buyurdu:
“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen bağışlanmasını dilerler. Günahları da, Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altında ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir.” (Ali İmran: 135-136)
Esad Mansur.