TÜRKİYE’DE; ORDUNUN YÖNETİME KARIŞMAMASINI VE TÜRKİYE’NİN ASIL YÖNETİCİSİNİN ORDU DEĞİL DE YÖNETİMDEKİLER OLDUĞUNU SÖYLEYECEK BİR DEVLET ADAMI YOKTUR..! BUNDAN DOLAYI ORDU; BİR KEZ DAHA TÜRKİYE’NİN ASIL YÖNETİCİSİ VE HAKİMİNİN KENDİSİ OLDUĞUNU GÖSTERMİŞTİR.! PEKİ TÜRKİYE, BU ORDUNUN TAHAKKÜMÜNDEN NASIL KURTULUR ?!
Türkiye’deki rejim, iddia edildiği gibi halka değil askerlere dayalıdır. Böylelikle otoritenin sahibi halk değil ordudur. M. Kemal, laik cumhuriyeti tesis ederken, bunu halka değil özel olarak tesis ettiği orduya dayandırdı. Nedeni ise bilinmektedir ki bu ise Türk halkının Müslüman olması, Hilâfet’in ilgası ve cumhuriyetin tesis edilmesi, şeriatın yönetimden uzaklaştırılması, İslâm’ın hayattan ayrılması ve yerine laikliğin gelmesi ile ilgilidir. Halkın iradesi olmamasına rağmen bu rejim kuruldu. Bu nedenle hem otorite halka dayalı olmadı ve hem de halka güvenilmedi. Aynı anda cumhuriyeti ve ilkelerini halktan korumak için bu ordu tayin edildi. Ve 74 senedir bu durum böyle devam etmektedir. Cumhuriyetin doğuşu, anormal olduğu için bunun yetiştirilip olgunlaşması için yapılan bütün çabalar da boşa çıktı. Bundan dolayıdır ki ordu, hep tehdit etti ve hep müdahale etti. Ve böylelikle yaptıkları darbeler ve uyarıları ortalıktadır, bilinmektedir. Asılda ise, meşru ve tabii olan devlet, halkın otoritesine dayalı olan devlettir. Bundan dolayı Atatürk’ün ve onun tesis ettiği ordunun devleti değil, bu devlet halkın devleti olur. O zaman halk hem onu korur ve hem onu savunur. Ordu ise bu işe karışmaz. Böylelikle ordu müessesi, halk ve partiler üstü olmaz. Hâlbuki ordu kuruluşu, devletin diğer kuruluşları gibi olmalıdır. Su işleri müdürlüğü, ziraat veya sanayi müdürlükleri gibi olmalıdır. Ordu, yönetimde hiç kimseye emir vermez, karar almaz ve siyasîleri bir şeye zorlayamaz. Oysa halk, siyasîleri zorlar. Bundan dolayı ordu, devlet reisinin emri altında olur. İslâm’da halife, ordu genel komutanıdır ve bilfiil onu yönetir. Halk halifeyi muhasebe eder ve onu İslâm’ı uygulamadan ayrılmaması için zorlar. Ordunun işi ise, cihad yapmaktır. Halife, dârül küfrün bir memleketini fethetmeye karar alırsa, bu hususla ilgili orduya emir verir. Kurmay subaylara planlar çizdirir, askerlerle bu hususla ilgili olarak danışır ki bu tamamen her konuda olduğu gibi diğer memurlarla danıştığı gibidir. Fakat yine de onların görüşleri bağlayıcı değildir. Son karar yine, halifenindir. Çünkü İslâm’daki yönetimin temel kaidelerinden biri, otoritenin ümmetin olmasıdır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in kendisi devlet başkanı olduğu gibi ordunun da asıl komutanı idi. Kendisi çok zaman fetih yapmak için hazırladığı ordunun başında idi. Bedir, Uhud, Hendek, Beni Mustalık, Huneyn, Taif, Hayber, Kureyze oğulları, Nadir oğulları, Tebük ve diğer savaşlara katılıp komutanlık yaptı. Gitmediği savaşlar da vardı, fakat kendisi komutanları tayin ediyor ve azlediyordu. Meselâ; Mute Savaşına katılmadı, fakat o savaşın komutanlarını kendisi tayin etti. Raşidî halifeler, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali de aynı şekilde hareket ettiler. Bu nedenle ordu, devletin bir müessesi olup, halifenin emri altında bulunur, halife ordunun emri altında bulunmaz.!. Yoksa o zaman halife olamaz ve onun azli gerekli olur. Çünkü halife devletin bütün işlerini şeriata göre kendi iradesiyle yürütemez ise aciz sayılır. O zaman onun azli iktiza eder. Mezalim Mahkemesi, önce halifeyi uyarır, acizliğinden kurtulması için ikaz gönderir ve bunun için kısa bir müddet tayin eder. Bu müddet içerisinde, ordu gibi kendisine musallat olanlardan kurtulamaz ise onun azline karar verir. Bir kaç polisi ona gönderir, onu dârül halife’den (halifenin karargâhı) alır evine gönderir. Eğer direnirse, zorla oradan alınır ve belli bir zaman için hapiste tutulur. Ondan sonra Ümmet Meclisi’ne yeni halifeyi tesbit etmesi ve sınırlandırması için talimat verir. Çünkü İslâm’da, halife adaylarını tespit etme ve sınırlandırma yetkisi Ümmet Meclisi’ne aittir. Bu meclis, Müslümanlardan seçilmiş olmalıdır. Bunun üyeleri Müslümanları temsil ediyor olmalıdır. Bu meclis, halife adaylarını tespit edip sınırlandırdıktan sonra halkı bu adaylardan birisini halife seçmek için seçime davet eder. Seçim kurulu, sandıkları yerleştirip düzenler. (Ya da buna benzer halkın seçme imkânını sağlayacak bir üslup benimser.) Neticede en çok oy alan aday halife olur. Ondan sonra da Allah’ın Kitabı, Rasulullah’ın Sünneti üzerine, seçimi kazanıp da halife olana biat verilir. Çünkü İslâm’da egemenlik ve hâkimiyet şeriatındır. Bu da, devletin temel kaidelerinden birisidir. Böylelikle halk, halife ve herkes şeriata uymalıdır ve ona mahkûmdur. Böylelikle şeriat hâkimdir, egemendir. Anayasa ve kanunlar ise oradan alınır. Meclis ise bunları çıkartmaz.!. Sadece halife, Kur’an ve Sünnet’ten anayasa ve kanunları çıkartır. Bu da İslâm’daki yönetimin temel kaidelerindendir. Bundan dolayı halk, ordu veya meclisin bunda hakkı yoktur. Bu nedenle ordu yönetime karışamaz ve müdahale edemez. Ancak diğer Müslümanlar gibi halifeyi muhasebe eder ve onu Mezalim Mahkemesi’ne şikâyet eder. Mezalim Mahkemesi ise, müçtehitlerden oluşur. Onun yetkisi ise, halife ve diğer yöneticileri kontrol etmek, benimsedikleri kanunların şeriata uygun olup olmadığını incelemek, onların azline karar almak ve yeni halifeyi seçmek için karar almaktır. Nitekim halife ve diğer yöneticilerin dokunulmazlıkları yoktur ve böylelikle hemen yargılanabilirler. İcap ederse cezalandırılır ve azledilirler. İslâm’a dayalı hiziplerin işi ise, İslâm davetini yüklenmek, devlet adamını yetiştirmek, halifeyi ve diğer yöneticileri hesaba çekmek, onlara fikir ve nasihat vermek ve halife adayını sunmaktır. İşte bunlar büyük rol oynamaktadır. Ki bunlarla devlet rayında durdurulur, ümmet bilinçlendirilir ve diğer insanlar İslâm’a davet edilir. Ayrıca her Müslümanın halifeyi ve diğer yöneticileri muhasebe etme hakkı vardır. Herkes; neşriyat, basın, radyo, televizyon, faks ve diğer araçları kullanarak bu muhasebe işini yapar ve İslâm açısından fikrini sunar. Böylece halife ve diğer yöneticiler, Müslümanların değişik güçlerinden korkmaya başlarlar. Bunlar ise Ümmet Meclisi, siyasî hizipler, Mezalim Mahkemesi ve sair ümmetin fertleri, kuruluşları ve seslerini duyurmak için kullandıkları araçlarıdır ki bütün bunlar olunca, halife ve yöneticiler Allah’tan korkmazlarsa böylelikle bunlardan korkacaklardır. Hâlbuki halife ve diğer yöneticiler aslında her şeyden önce Allah’tan korkmalıdırlar. Türkiye’ye bakacak olursak; durum tamamen bundan farklıdır. Millî Güvenlik Kurulu kurulmuştur. Bu ise, ara sıra yöneticileri çağırır ve uyarır ve kulaklarını çeker, onlara karar aldırır. Bu kurul ise askerlerden müteşekkildir. Peki niçin bu kurul mevcuttur?! Niye askerler yöneticilerden üstündür?! Niye kimse bunu sormaz ve itiraz etmez?! Niçin hiç bir yönetim onu ilga etmek için bir adım dahi atmaya cesaret etmez?! Türkiye’yi kim bu hale getirdi?! Mustafa Kemal.. Peki neden?! Buna cevap ise; çünkü bu adam, Müslüman halk üzerine kurduğu bu cumhuriyet için korkuyor, halka güvenmiyor. Daha doğrusu halktan korkuyor. Çünkü kendisi de bir asker idi. Bu sebeple bu orduyu tesis edip cumhuriyetin koruyucusu olarak tayin etti. Her ne kadar bu cumhuriyeti gençlere emanet ettik deseler de bu bir kuruntudur. Çünkü gençler, kendi dinlerine dayalı sistemi savunup korumakta, batıdan ithal edilip İslâm’a aykırı olan rejimi ve ilkelerini savunmamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de otorite halkın elinde değil ordunun elindedir. Siyasetçiler ve yöneticiler askerlerin kuklası ve hizmetçisidir. Egemenlik veya hâkimiyet de milletin değildir, ordunundur. Oysa egemenlik şeriatın olmalıdır. Fakat Türkiye’de egemenliğin milletin olduğu söylenmektedir.(!) Bu ise bir laftır. Aslında egemenlik ordunundur. Türkiye tarihi boyunca bütün anayasalar hep askerler tarafından konuldu. Asker Mustafa Kemal Paşa tarafından iki anayasa konuldu. 1960’da darbe yapan askerler yeni anayasa koydular. ’71 darbeci askerleri ise bunlar üzerinde bazı reformlar yaptılar. 1980’de darbe yapan askerler, yeni anayasa koydular. Şu anda yürürlükte olan anayasa ise 1982’de askerlerin çıkarttığı anayasadır. Meclis ise, ancak bu anayasaya göre kanun çıkartır. Halkın %92 si buna evet dedi, denilse de bu bir aldatmacadır. Halk, askerlerin otoritesinden kurtulmak için buna evet dedi. Oysa halk bunu incelemiş ve düşünmüş değildir. Çünkü halk biliyor ki, bu anayasaya evet demezlerse askerlerin yönetimi kalkmaz. Fakat burada halk suçlu değil demek doğru olmaz. Bilâkis, halk buna hayır demeli ve askerlerin yönetimine karşı çıkmalıdır. Asker Mustafa Kemal Paşa veya asker İsmet Paşanın askerî yönetimlerine karşı çıkılsaydı bu duruma gelinmezdi. Yine askerler üç defa ezici çoğunlukla seçtikleri ve sevdikleri Adnan Menderes’i devirince ona karşı çıkılmalıydı ve onun idamı da engellenmeliydi. 1971’de askerlerin darbesine karşı çıkılmalıydı. 1980’de askerler, halkın partilerini kapatınca ve liderlerini tutuklayınca, halk bu darbecilere karşı çıkmalıydı. Ama halk suskun kaldı ve halen suskun, sesini hiç çıkartmaz ve askerlerin arzularına uyar. Bu yönden siyasîler de suçludurlar ve hem de korkaktırlar. Herhangi bir şeyde hemen askerlere boyunlarını büküp uyarlar. Ve son örnek de 28-2-’97’de askerlerin yaptıkları Millî Güvenlik Kurulu’nun toplantısıdır ki; cumhurbaşkanı, başbakan, yardımcısı ve başka bakanların buna çağrılmasıdır. Eğer bunlar gerçekten devlet adamı olsalardı, cesur bir hareketle bu toplantıya katılmayı reddederlerdi. Ve askerlere şöyle derlerdi: “Ey asker, bu işe karışmayın. Yönetici biziz, siz değilsiniz. Halk sizi seçmedi, bizi seçti. Bu devlet bize emanettir, size değil. Sizin işiniz, bizim emrimize göre hareket ederek bizleri kâfir düşmanlardan korumaktır. Sizden kim bizim işimize karışırsa, ordudan alınır ve hapse atılır.” Ey yöneticiler! İkinci Halife Ömer’i örnek edinin. Ki şöyle: Rumların başkenti olan Şam’ı, komutan Halid b. Velid liderliğinde Müslümanlar kuşatıp fethetmek üzereyken, Halife Ömer, Halid b. Velid’i görevinden azleder ve yerine başka komutanı tayin eder. Halid ise, hemen komutanlığını yeni komutana teslim ederek şöyle dedi: “Er olsun, komutan olsun savaşırım. Ben Ömer için savaşmıyor, Allah için savaşıyorum.” Oysa Halid, Rumları, Şam’a yakın bir yerde büyük bir savaşta yendi ve her savaşta da muzaffer olmuştu. Hatta Rasulullah (SAV) ona “Seyfullah’il Meslul” “Allah’ın (kâfirleri karşı) çekilen kılıcı” lakabını taktı. Halid, Medine’ye dönünce, Ömer’in yanına gitti ve halifeye sordu. “Niye beni azlettin?” Ömer ise, “Fitneden korktum. Herkes Halid’den bahsedince, insanlar aldanırlar ve sen de aldanırsın.” dedi. Halid, kendini savunduysa da, Ömer “Ben halifeyim, kararım karardır, bitti” manasında sözlerine son verdi. İşte Hilâfet Devleti’nde durum böyle olur. Otorite ümmetindir. Ümmet, otoritesini bir halifeye vekâlet eder ve ona itaat eder. Halife şeriata aykırı gelirse, ona karşı çıkar ve Mezalim Mahkemesi yoluyla vekâletini geri çeker ve başka daha takvalı olan birini seçer. Çünkü Allah’u Tealâ, ulul-emire (halife ve diğer yöneticilere) itaati Müslümanlara farz kılarken, onlarla Müslümanlar eğer çekişecek olurlarsa, Allah’ın Kitabı ve Rasulullah’ın Sünneti’ne müracaat etmeyi farz kıldı. (Nisa Suresi’nin 99. ayetine bakın.) Bu iki taraf arasında hakemlik yapacak kimsenin mevcudiyeti de vacib oldu. Bu ise hâkimdir. Ayrıca Rasulullah  Sallallahu Aleyhi Vesellem böyle bir hakimi tayin etti ve buna Mezalim Hakimi denilir. Fakat bu, Türkiye için şu haliyle hayaldir. Çünkü siyasîler, yöneticiler ve partiler askerlere boyun eğmektedirler. Hatta birçok siyasî veya yazar ve sivil kimse, askerlerin müdahalesini istemektedirler. Bozuk olan demokrasiyi bile Müslümanlara karşı savunurlar ve çürük olan laikliği korumak için orduyu çağırırlar. Laiklik ve Atatürk inkılapları, fıtrata ve akla aykırı olduğu için halk onları reddediyor. Ve böylelikle halk İslâm’a inandığı için laikliği ve Atatürk inkılaplarını reddeder. Çünkü laiklik, dini devletten ve siyasetten uzaklaştırır. Laiklik, beşerin egemenliğidir. Türkiye’de ise beşerin bir kısmı olan ordunun hâkimiyeti söz konusudur. Beşerin ezici çoğunluğu olan Müslümanlar ise mahkûmdurlar. Bu nedenle askerler kendi hâkimiyetlerini ve otoritelerini korumak için müdahale ederler. Hem de sürekli müdahale etmeyi düşünürler. Ve uyarırlar eğer yararlı olmazsa.!. Erbakanistler, size nasihatimiz şöyledir: Biraz düşünün. “İktidara geldiğimizde şöyle yapacağız, böyle yapacağız” diyordunuz. Oysa hiç bir şey yapamadığınız halde ve hep “liderimiz askere boyun eğdiği halde bunları yaptık, ettik” diyorsunuz. Böylelikle gözlerinizi kapatıyorsunuz ve büyük konuşuyorsunuz. Aklınızı başınıza alın, insaflı olun, olaya objektif ve tarafsız şekilde bakın ki göreceksiniz onu yapamazsınız.! Bir adamı sevmek, insanı kör eder ve sağır da yapar. Fakat Allah (c.c); Müslümanların insaflı olmalarını, durum kendi aleyhlerine olsa bile gerçeği söyleyip kabul ettiklerini, doğru şahitlik yaptıklarını ve doğru şekilde hareket etmeye çalıştıklarını belirtmektedir. Ve Allah’u Tealâ bunu şöyle belirtiyor: “Ey iman ederler! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden olun. Kendinizin, ana ve babanızın ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir olsalar (adaletten ve hakkı söylemekten ayrılmayın). Nitekim Allah sizden onlara daha yakındır. Öyleyse heva ve heveslerinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (doğruyu söylerken) dilinizi eğip bükerseniz veya doğruyu hiç söylemezseniz, şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.” (Nisa: 135) Öyleyse bir kişiye veya bir partiye taassubu bırakın ve gerçeği görün. Heva hevesi bırakın, hakkı ve doğruyu söyleyin. Allah’ın; Rasulü’ne sahabelere ve Kıyamet Gününe kadar bütün Müslümanlara farz kıldığı metoda tabi olun. Bu ise İslâm’a dayalı bir parti kurmak, demokrasiye, laikliğe, Atatürk ilkelerine ve sair küfür ilkelerine dayalı partiden vazgeçmek demektir. Halkı bilinçlendirmek için açıkça İslâm ahkâmını anlatın, küfür rejimi, ilkeleri ve siyasetini açıkça çürütün. Ki millet, hakkı batıldan ayırsın ve hakka tabi olsun. Bu millet bunu fark ederse, İslâm’a bağlanır ve rejimi değiştirir. Zira otoriteyi kendi eline geçirir ve askerleri de kendine uydurur. Halk direnirse, askerler ne kadar ezseler bile bir şey yapamazlar ve nihayet halka mağlup olurlar. Nitekim ordu, halktan bir parça olduğu için davayı kabul eder veya önemli kesimini kabul eder. Aynen Medine’de halkın çoğunun değişmesiyle beraber kuvvet sahiplerinin önemli bir kısmı da değişti, Müslüman oldu, Rasulullah’a biat edip yardım etti. Onu iktidara getirip devleti teslim etti ve onun emri altına girdi. Zira Allah’u Tealâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki bir halk, kendi içindekini (fikir, ölçü, kanaat ve mefhumlarını) değiştirmedikçe, Allah o kavmin halini değiştirmez.” (Ra’d: 11) Öyleyse küfür rejimi içerisinde iktidar olmak için çalışmayın. Onu vesile olarak da düşünmeyin. Halkı salih ve net şekilde İslâm’la değiştirme yolunu izleyin. Ki otorite halkta olsun ve egemenlik şeriata ait olsun. “Rasulullah ve sahabeler gibi yapamayız” demeyin. Onların metodu her zaman ve mekânda geçerli ve farzdır. Fakat yalnızca Allah’tan korkun, O’nun hâkimiyetini reddeden şeytanın dostlarından korkmayın. Nitekim Allah’u Tealâ şöyle buyurdu: “İşte şeytan kendi dostlarını korkutur. Öyleyse onlardan korkmayın. Eğer mü’min iseniz yalnız Allah’tan korkun.” (Ali İmran: 175)  
Esad Mansur.