TARİHSELCİLİK VE EVRENSELCİLİK KISKACINDA KUR’AN
18. yüzyılın sonlarına doğru, Fransız düşünürleri Tabii/Doğal kanun teorisini çıkardılar. Alevlendirdikleri devrim ile bunu benimseyip Fransa anayasasının ve kanunlarının kaynağı yaptılar. Bu kanun ve hukuku aklın gösterdiği sabit temellere dayandırıp insanların doğuştan özgürlük, eşitlik ve yaşama hakkı gibi temel haklara sahip olduğunu, bu hakların mekân ve zamana göre değişmeyeceğini savundular.
Evrenselcilik, Batı’dan da gelen felsefi, dini bir teoridir. “Bütün dünya dinlerinde var olan ana prensipler birdir!” deyip sair dinleri kabul eder. Ahlaki yasaların her zaman ve her mekânda geçerli olduğunu savunur. 1804’te ölen Immanuel Kant adlı Alman düşünür evrenselciliği savunanların başında gelir.
Tarihselcilik de Batı’dan geldi, fakat evrenselciliği reddettiği gibi doğal kanun ve hukuk teorisine tepki olarak ortaya çıktı. Friedrich Carl von Savigny başta olmak üzere birçok Alman hukukçu tarihselciliği savunup durdular. Bütün insanlar için tek sabit kanun ve hukuk bulunmadığını, her asırda her halkın âdetlerine ve geleneklerine göre kanun ve hukuk var olduğu, toplumun gelişmesine ve ihtiyaçlarına göre de geliştiğini savundular.
Bu teori tarihî dönemlerde var olan şartlara itibar eder, insanlar her tarihî süreçte gelişirler. Bu Batılı teoriyi savunanlara göre Kur’an belli bir süreçte vardı, dolayısıyla o zamanki insanları ilgilendirir, diğer insanları ilgilendirmez. Sadece o çağdaki insanlara hitap eder. O insanların problemleri için gelmiştir. Onların örf ve âdetlerine uygun fakat bugün biz farklı problemlere sahibiz. Biz insan olarak üstün seçkin varlığız, aklımız var ve bize yeter, gökten gelen bir kitaba, bir vahye ihtiyacımız yoktur. İşte bunları iddia ederler. Suriye ve Irak’ta iktidarı kanlı darbelerle ele geçiren Baas Partisi’nin kurucusu Hristiyan Mişel Eflak 1976’da İslâm’a inandığını ilan etti. Çünkü “İslâm Arapların tarihsel kültür gelişmesinin bir parçasıdır.” hezeyanındaydı. “Bir Arap Hristiyan olsa da Müslümandır.” diye de ekledi. Ona göre “İslâm sadece o asır için geçerlidir. Fakat şimdi yeni kültürel gelişmeler oldu, dini hayattan ayırma (laiklik) ve sosyalizm fikirleri ortaya çıktı.” Böylece Baas partisi Arap milliyetçiliği yanında bu fikirleri benimsedi.
Tarihselcilikten etkilenip Müslümanlık iddia edenler Kur’an’ı bu çağın şartlarına, hukuk ve kanunlarına göre açıklamaya çalışırlar, uydururlar. Mısır’da bunu yapan birkaç kişi çıktı, tekfir edildi, Ezher ve sair âlimler tarafından reddedildi, toplum da onları kabul etmedi ve bu şekilde hiçbir tesir bırakamadılar. Pakistan’da benzerleri çıktı. Türkiye’de bunlara benzer hatta onlardan iktibas eden bazı kişiler ortaya çıktı, toplumda gürültü yaptılar. Böylece kendilerini meşhur etmeye çalıştılar.
İşte Batı düşünürlerinin bir kısmı tarihi gelişme ve şartları düşüncelerinde esas tuttular. Hatta sosyalist komünizmi çıkaran Marks kendi fikrini tarihi gelişmeye dayandırdı. Ama maddi tarihî gelişmekten söz etti. Buna “Tarihsel Materyalizm” adını verdi. Taş devri, derebeylik (feodalite) devri, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm gibi tarihi merhalelere böldü. Her devirde toplum sisteminin farklı olduğunu üretim araçlarına bağladı. Toplumdaki ilişkilerin üretim araçlarına göre şekillendiğini; insanlar kazmayı kullanırken derebeylik sistemi doğduğunu, makine icat edilince kapitalist sistem meydana geldiğini iddia etti. Oysa kapitalist memleketlerde kullanılan üretim araçları sosyalist memleketlerdekine benziyor! Batı’da derebeylik ve ondan sonra kapitalizm varken İslâm dünyasında böyle şeyler yoktu, bambaşka bir sistem uygulanıyordu ki o İslâm’dır. Fakat Marks ve onu izleyenler, sair Avrupa düşünürleri ve taklitçileri sadece Avrupa tarihini esas sayıp bütün dünyaya benimsetmeye çalıştılar. Diğer insanların tarihini saymadılar, kendilerini üstün ırk gördükleri için diğerlerini hiçe saydılar, kibirlendiler ve mağrur oldular. Bu nedenle diğer memleketlere saldırıp sömürdüler, halklarını soydular ve kendilerini de haklı gördüler. İçten içe İslâm’ın kendilerinden daha üstün olduğunu hissettiler. İlimleri Müslümanlardan aldıklarını bildikleri hâlde de bunu örttüler, İslâm’a ve Müslümanlara kin beslediler ve gerçekleri saptırdılar. 1300 senelik muhteşem İslâm sistemi ve şanlı tarihini hiçe saydılar. Oysa Müslümanlar her alanda üstün iken Batılılar tam bir karanlıkta yaşıyorlardı. Orta çağ kendilerine karanlık, Müslümanlara altın bir çağ idi. İslâm dünyasındaki taklitçi Batı hayranları akıllarını Avrupa tarihine hapsettiler. Kendi memleketlerinin tarihini kendi kaynaklarına dönerek serbestçe hiç araştırıp düşünmediler. Ancak İslâm tarihi hakkında Batılıların saptırma dolu düşüncelerini öğrendiler. Kendi dinlerini bile Batılıların açıkladıkları gibi anlıyorlar, hatta orada olduğu gibi alıyorlar.
Batı’dan gelen bu tür teori ve düşünceler hem İslâm’a aykırı hem de akla aykırıdır. Samimi düşünür Müslüman Batı fikir ve teorilerine bakmaz, çünkü onlar dini hayattan ayırma esasına dayanır, bu ise Müslümanın benimsediği İslâm akidesine taban tabana zıttır. Müslüman ancak onları çürütme çalışması yapabilir, aslında onları bir kenara atıp onlara hiç ilgi duymaz; sadık imandan hareket ederek sadece Kur’an ve Sünnet’e bakar, davet eder ve onun devletini kurmaya çalışır. Dinine inanan ve güvenen Müslüman ancak bu şekilde hareket eder. Fakat Batı’nın akıllarını çelmiş olduğu kimseler Kur’an’ı Batı’nın teorilerine göre açıklamaya çalışır ve Sünnet’i inkâr eder.
İnsan her asırda aynıdır. Zira Allah her insanda aynı içgüdü ve uzvi ihtiyaçları yarattı. Bütün insanların istekleri ve arzuları birdir. Sadece bunları tatmin etmek ve doyurmak için yeni araç, gereç ve üslup geliştirir. Araba, uçak, tren, telefon, televizyon, radyo, internet gibi araçlar icat eder, uçak, tank, füze ve atom bombası gibi yeni silahlar geliştirir; tıp, eczalık, fizik, kimya ve her alanda değişik keşifler gerçekleştirir. İslâm bunları icat etmesinde insana müsaade eder hatta Müslümanlara farz kılar. Bundan dolayı Müslümanlar her alanda gelişip ilerlediler, en muhteşem hadarat ve medeniyeti kurdular, dünyadaki en büyük devlete sahip oldular. Bütün dünya onlara özeniyordu, hayranlıkla bakıyordu ve onlardan etkileniyordu hatta onları taklit ediyorlardı.
İslâm insanın içgüdüleri ve uzvi ihtiyaçları hakkında hükümler verdi. Bu içgüdüler ve uzvi ihtiyaçlar değişmediğinden dolayı hükümleri değişmez. Nitekim bu hükümleri bunları yaratan Allah verdi, onları yarattığı için ancak O doğru hüküm verir. İçgüdüler ve uzvi ihtiyaçları doyurmaya yönelik insan bir davranışta bulunur, bir amel yapar. Bu amel yapılmadan önce onun şer’î hükmünü bilmek gerekir. Zira amellerde asıl olan şer’î hükümlere bağlanmaktır. Yeni bir mesele çıkınca da içtihat edilir. Çünkü şer’î delillerde aslı vardır. Misal olarak beka içgüdüsünde mülk edinme görünüşü vardır, Âdem Aleyhi’s Selam’dan kıyamet gününe kadar insan mülk edinmek ister. İslâm’da mülk edinme sebepleri sabittir, sadece işlemlerin şekilleri değişebilir. Mülk edinme sebeplerinden çalışma vardır. Çalışma türlerinden şirket kurmak vardır; İslâm’daki şirketlerle ilgili sözleşme mahiyeti sabittir; Ebdan, Mudarebe, İnan, Vücuh ve Mufavada şirketleri vardır. Asrımızda kapitalizme dayalı anonim şirket çıktı. Şer’î delillere göre araştırıldığında İslâm’daki şirket sözleşmelerine ters olduğu görülür ve bu şekilde reddedilir.
Araçlar ve gereçler eşyalardır, tahrim hükmü geçmedikçe eşyalarda asıl olan mubahlıktır. Bu nedenle İslâm yeni icatlar ve keşifleri kabul eder, Müslümanlar da yeni araç ve gereçleri kullanabilirler.
Kur’an bütün insanlara Allah’ın mesajıdır. Belli zaman ve belli mekân için gelmemiştir. İhtiva ettiği hükümler kapsamlıdır, insanın ameli ne kadar değişik olursa olsun onu kapsar. Bunu anlamak isteyen kimse, Kur’an’ın dili, hitap tarzı, ifade, tabir ve açıklama keyfiyetini, hakikati, mecazı, kinaye ve benzerlerini öğrenmeli, Arapların üsluplarına da vakıf olmalıdır.
Esbab-ı nüzul, münasebetler ise tarihî şartlar değildir, tarihselciliğe de delalet etmez. Zira belli bir münasebette ayet iner, ama manası kapsamlıdır. Bu nedenle şer’î kaide şöyledir:
[العِبْرَةُ بِعُمُـومِ اللَّـفْظِ لا بِخُصُـوص السَّـبَـب] “Önemli olan sebebin hususiliği değil lafzın umumiliğidir.”
Bir kişi hırsızlık yapınca onunla ilgili hırsızın cezasını açıklayan ayet geldi, fakat bu hüküm o kişiye has değildir, geneldir. Bu nedenle ayet kapsamlı geldi:
[وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقۡطَعُوۡۤا اَيۡدِيَهُمَا جَزَآءًۢ بِمَا كَسَبَا نَـكَالًا مِّنَ اللّٰهِ ؕ وَاللّٰهُ عَزِيۡزٌ حَكِيۡمٌ] “Erkek olsun kadın olsun hırsızlık edenlerin işledikleri suçtan dolayı ve Allah tarafından bir ibret verici olarak ellerini kesin. Allah üstündür, güçlüdür, hâkimdir.”[1]
Bu ayet her yerde ve zamanda uygulanır. Ancak bu ayet mutlak ve genel manalar içerir. Allah Rasulü vasıtasıyla bu mutlak ve genel ifadelere kayıtlar ve tahsisler getirdi. Açlıktan dolayı hırsızlık yapan kimsenin eli kesilmez, ancak kilitli ve kapalı bir yerden çalarsa el kesilir, açık yerden çalarsa hapis gibi başka ceza verilir, el bilekten kesilir, sadece sağ el kesilir, bir daha hırsızlık yaparsa sol eli kesilmez, hapis cezası verilir, çeyrek dinardan fazla değeri olan şey çalarsa kesilir, daha az ise el kesilmez, başka ceza verilir, her dinar 4,25 gram saf altındır, gibi…
Kur’an’da geçen ayetlerin hükümlerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve SellemAllah’ın vahyiyle açıklama getirdi ve uygulama yaptı.
Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
[وَاَنۡزَلۡنَاۤ اِلَيۡكَ الذِّكۡرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيۡهِمۡ وَلَعَلَّهُمۡ يَتَفَكَّرُوۡنَ] “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana bu Kur’an’ı indirdik.”[2]
Tarihselciliği savunanlar eski asırlarda cariye köle vardı, bu asırda yoktur, deyip bunu tarihselciliğe bir delil olarak getirirler. Oysa bu hüküm kalkmadı, cariye ve köle olursa uygulanır. Nitekim Afrika’nın bazı memleketlerinde kölelik devam ediyor.
Yine II. Râşid Halife Ömer RadiyAllahu Anh Irak fethedilince toprakları Müslümanlara ganimet olarak dağıtmamasını, ahalinin ellerinde bırakmasını şartlara göre, zaman ve yere göre hükümler değişir, diyerek tarihselciliğe bir delil olarak getirdiler. Oysa Ömer RadiyAllahu Anh Haşr Suresi 7-10 ayetlere göre içtihat ettiğini açıkladı.
Yine tarihselcilerin iddialarına göre, Ömer RadiyAllahu Anh “muellefe-i kulub”a zekât vermedi. Oysa Tevbe Suresi 60. ayette geçtiği gibi zekât 8 sınıfa da verilir. Halife ihtiyaca göre hepsine veya bir kısmına verebilir.
Ayetler, haram aylarla ilgili detaylar getirdi, eğer kâfirler Müslümanlarla savaşıyorlarsa, onları dinlerinden saptırmaya çalışıyorlarsa, diyarlarından çıkarmışlarsa bu aylarda savaşılır, yoksa savaşılmaz. Haram ayların hürmeti devam eder.
Kur’an’da geçen maruf kelimesi müşterek lafızdır; emr-i bi’l maruf şeklinde geçerse Allah’ın emri manasında olur, tersi münker, O’nun nehyidir. Eğer kadın muamelesi ile ilgili geçerse kadına iyilik yapmak, onu ezmemek ve yaşadığı çevreye göre nafaka vermektir. Marufa göre ücret verin dendiğinde onun gibi çalışan kimsenin aldığı ücret kadar verin, demektir. Bundan hareketle hükmün yer ve zamana göre değiştiği anlamı çıkmaz. Sadece verilecek nafakanın miktarının yaşadığı çevreye göre olacağı anlaşılır. Nafaka hükmü sabittir, fakat miktarı geçinme ihtiyacına göre değişir.
Mesela Enfal Suresi 60. ayette geçtiği gibi düşmanı korkutmak için elden gelen güç ve savaşa bağlanmış atları hazırlayın emrinde atlar bir örnektir. O asırda atlar en güçlü silahtı, bu nedenle düşmanı korkutacak en güçlü silah hazırlamak gerekir; tank, uçak füze, atom bombası vs.
İstihsanı şer’î delil olarak kabul edenler şer’î deliller dairesinde kalmaktadırlar. İstihsanı “Müçtehidin içinde, zihninde parlayan bir delil olup da onu bir ifadeyle açıklayamadığından dolayı onun ne olduğunu gösteremiyor.” veya “Bir sebepten dolayı bir kıyastan vazgeçip daha kuvvetli bir kıyasa geçmektir.” veyahut “Kendisinden daha kuvvetli olan bir delile binaen bir kıyası tahsis etmektir.” gibi tarif ederler. Burada tarihselcilik yoktur. Müçtehit şer’î deliler çerçevesinde içtihat yapmaya çalışır.
Evrenselcilik de batıldır. İslâm Allah’tan gelen hak dini olup diğer dinleri küfür sayar. İslâm’daki ahlak ve prensiplerin çıkışları ve kavrayışı da farklıdır. Zira İslâm hükümleri vahye dayalıdır, Allah’tan geldiğinden dolayı Müslümanlar bağlanırlar.
[وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ] “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa (bilsin ki o din) ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[3]
Ayrıca İslâm’daki ahlak kuralları diğer İslâmi hükümlerden ayırılamaz ve onlara bağlanmaktan gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. Zira İslâm şümullü bir dindir; akaidi ve ibadeti kapsayan insan ile rabbi; ahlak, yiyecek, içecek ve giyimi kapsayan; insan ile zatı, yönetim, iktisat, eğitim, harbi, iç ve dış siyaset gibi muamelat ve ukubatı; insan ile diğer insan arasındaki ilişkileri düzelmek üzere Allah’ın Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e indirdiği dindir.
Doğal hukukçuluk veya evrenselcilik veyahut tarihselciliği savunanlar İslâm şahsiyetine sahip olmayan ve kendi dinlerinin üstünlüğüne güvenmeyen Batı’nın taklitçileri ve hizmetçileri olurlar. Bu tartışmalardan amaç, İslâm’ı yürürlükten kaldırmak, geçersizliğini ispatlamak, onu uygulamaya çalışan Müslümanların yoluna bir engel koymak, onun Hilâfet Devleti’ni kurmaya çalışmasına karşı set koymaktır. Bu Batı’nın İslâm’a karşı ilan ettiği fikir savaşından bir parçadır. Zira askerî olarak Müslümanlara karşı kazanamadıklarını ilan ederken kelime oyunu yaparak radikal ve aşırı İslâmcılarla fikren savaşacağız, dediler. Planı uygulamada da etkilediği veya satın aldığı Müslümanları kullanmak vardır.
Bunlar, Amerika ve Batı’ya uyan Sisi, Erdoğan, İbni Salman, İbni Zayid gibi yöneticiler, profesör, doktor, hoca unvanı taşıyan, değişik cemiyet ve partilerle ve “dini hitabı yenilemek” “İslâmı güncelleştirmek” “dinlerarası diyalog” “Kur’ancılık” “Ilımlılık” gibi sloganlar altında çalışırlar.
Onlar gerçek İslâm’ı radikal ve aşırılıkla itham ederek Batı değerlerine, Yahudilerle ve Hristiyanlarla uzlaşıp ılımlı İslâm’a çağırıyorlar. Ilımlı İslâm gerçek İslâm’dan sıyırmaktır, laikleşme ve demokratikleştirme hareketidir. Oysa İslâm’da radikallik, aşırılık veya ılımlılık yoktur. İslâm kaynakları Kur’an ve Sünnet’tir. Sahabe icması Sünnet’ten bir parçadır, şer’î kıyas ise Kur’an ve Sünnet’teki illetlere göre yapılır. Böylece şer’î deliller Kur’an ve Sünnet ile özetlenir. Yeni mesele olunca bu delilleri kuşatan ve kavrayan, Arapçaya vakıf olan ve fıkıh usûllerini bilen müçtehit sıfatlarına sahip olan kişi meselenin vakıasını iyice kavrar, onunla ilgili ayet ve hadisleri araştırır, son zihinsel çabayı sarf ederek zann-ı galiple şer’î hükmü çıkarır. Başka fikirlerden etkilenmez, çıkar ve çağdaşlığa uydurmaz, Batıyı, Yahudileri, Hristiyanları memnun etmeye çalışmaz, yöneticilerin ve sair insanların arzularına uymaz. Sırf Allah’tan korkarak ve O’nun rızasını hedef edinerek şer’î hükmü çıkarmaya çalışır.
Bazıları “Siz Batı’dan sanayi ve teknoloji alıyorsunuz, neden Batı’nın fikirlerini reddediyorsunuz?” derler. Misal olarak 1984’te Erdoğan Refah Partisi’nin Beyoğlu ilçesinin başkanı iken onunla tartışıp demokrasiyi çürütürken demokrasiyi savundu ve bana “Batı’dan gelen elbise giyiyorsun! Sen de Batıdan bir şey aldın!” dedi. Ona medeniyet ve hadarat arasındaki farkı izah etmeye çalıştım. Eğer bu elbise Batı mefhumlarına dayalı olursa onları giymek haramdır. Demokrasi ise Batı’dan geldi, onun manası halkın hâkimiyetidir, halk kendi kanunlarını çıkarıp bu kanunlarla kendi kendini yönetir. Bu ise İslâm’a zıttır, İslâm’da şeriatın hâkimiyeti vardır, Müslümanlar tarafından biat edilen halife Kur’an ve Sünnet’ten çıkarılan şer’î hükümleri benimseyip kanun haline getirir. Bu nedenle Batı’dan, Doğu’dan ve her yerden ilim, sanayi ve teknoloji alırız, fakat fikir, kanun, hukuk, yönetim, ekonomi, eğitim, yargı, ceza kanunları ve sair sistemleri hiçbir şekilde almayız, sadece Kur’an ve Sünnet’ten alırız.
[1] Maide Suresi 38
[3] Ali Suresi İmran 85
Esad Mansur