– 6 –

İman Etmek İstemeyenlerin Huyları

Kalplerine örtü geçirilmesinin anlamı

Kulaklarına ağırlık konulmasının anlamı

Müminlerle ve amelleriyle alay etmeleri

Rasulullah’a, Kur’an’a ve müminlere iftira etmeleri

Cehennemi görünce mümin olmayı temenni etmeleri

Dünyaya döndürülürlerse eski hallerine dönmeleri

Müminlerin onlara güvenmemesi ve üstünlüğü sağlaması

وَمِنۡهُمۡ مَّنۡ يَّسۡتَمِعُ اِلَيۡكَ‌‌ ۚ وَجَعَلۡنَا عَلٰى قُلُوۡبِهِمۡ اَكِنَّةً اَنۡ يَّفۡقَهُوۡهُ وَفِىۡۤ اٰذَانِهِمۡ وَقۡرًا ‌ؕ وَاِنۡ يَّرَوۡا كُلَّ اٰيَةٍ لَّا يُؤۡمِنُوۡا بِهَا‌ ؕ حَتّٰۤى اِذَا جَآءُوۡكَ يُجَادِلُوۡنَكَ يَقُوۡلُ الَّذِيۡنَ كَفَرُوۡۤا اِنۡ هٰذَاۤ اِلَّاۤ اَسَاطِيۡرُ الۡاَوَّلِيۡنَ‏ ﴿۲۵﴾  وَهُمۡ يَنۡهَوۡنَ عَنۡهُ وَيَنۡــَٔوۡنَ عَنۡهُ‌ۚ وَاِنۡ يُّهۡلِكُوۡنَ اِلَّاۤ اَنۡفُسَهُمۡ وَمَا يَشۡعُرُوۡنَ‏ ﴿۲۶﴾  وَلَوۡ تَرٰٓى اِذۡ وُقِفُوۡا عَلَى النَّارِ فَقَالُوۡا يٰلَيۡتَنَا نُرَدُّ وَلَا نُكَذِّبَ بِاٰيٰتِ رَبِّنَا وَنَكُوۡنَ مِنَ الۡمُؤۡمِنِيۡنَ‏ ﴿۲۷﴾  بَلۡ بَدَا لَهُمۡ مَّا كَانُوۡا يُخۡفُوۡنَ مِنۡ قَبۡلُ‌ؕ وَلَوۡ رُدُّوۡا لَعَادُوۡا لِمَا نُهُوۡا عَنۡهُ وَاِنَّهُمۡ لَـكٰذِبُوۡنَ‏ ﴿۲۸﴾ 

 “Onlardan seni dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamamaları için kalplerine örtüler geçirdik ve kulaklarına ağırlık koyduk. Her tür ayeti görseler yine inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde o kâfirler tartışırlar ve bu (Kur’an), eskilerin masallarından başka bir şey değildir derler.” (25)

“Onlar, hem insanları ondan uzaklaştırırlar hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Oysa onlar farkında olmadan ancak kendi kendilerini helak ederler.” (26)

“Ateşin karşısında durduklarında, ‘Keşke biz (dünyaya) döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak’ dedikleri zaman onları görsen.” (27)

“Daha doğrusu, daha önce gizledikleri kendilerine gösterildi. Döndürülseler, nehyedildikleri şeyleri yapmaya geri dönerlerdi. Şüphesiz ki onlar yalancıdırlar.” (28)

Müşrikler ve ehl-i kitaptan olan kâfirler, Kur’an’ı ve Rasulullah’ı bilerek yalanladılar. Müşrik Araplar, Kur’an’ın mucizevi yönlerini idrak ettikleri ve ehl-i kitabın kitaplarında Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in isminin geçtiğini bildikleri halde, Kur’an’ı ve Rasulullah’ı inkâr ettiler.

Çoğu, Kur’an’ı dinlemekten kaçtıkları gibi, diğer insanları da onu dinlemekten uzaklaştırıyorlardı. Zira Kur’an’ın etkileyici olduğunu biliyorlardı. Müslüman olmak istemiyor, hakkı aramıyor ve eski hallerinde devam etmek istiyorlardı. Bu haller kötü bile olsa alıştıkları için terk etmek istemiyorlardı.

Zira insan, içgüdüsel olarak bir şeye alışmışsa, onu terk etmek istemez. Ancak insan fikren yükselirse kalkınır ve eski hallerinden memnun kalmaz; değişimi arar, daha güzel olanı ister. Bu nedenle İslam’a giren insanlar fikren yükselmiş, cahiliyeyi, babalarından ve eskilerden aldıkları yanlış gelenekleri terk etmiş, en ileri ümmet olmuşlardır. Her alanda ilerlemiş ve yükselmişlerdir.

Kafirlerden bir kısmı, Rasulullah’ı ve Kuran’ı dinlemeye gelirlerdi, ancak şartlı olarak gelirlerdi; hiç iman etmek istemezlerdi. Bu nedenle Allah, “onu anlamamaları için kalplerine örtüler geçirdik ve kulaklarına ağırlık koyduk” dedi.

Bir kimse şartlanmışsa, seni anlamaz ve duymaz. Senin söylediklerini anlamak için gelmiyor, seninle inatlaşmaya ve karıştırmaya geliyor. Hatta bir kısmı dinliyor, diğerlerine “dinledik” desinler diye. Sonra baktıklarında, “saçmadır, bu kitap eskilerin masallarıdır” diyerek diğerlerini saptırmaya çalışırlar.

Böylece, bu tip insanların kalplerine örtü konulmuş ve kulaklarında ağırlık vardır.

Her ayetteki üstün belağatı hissederler, her surenin mucize olduğunu idrak ederler. İçerdiği mana ve kullanılan üslup pek üstündür. Fakat inanmak istemediklerinden, bunu kabul etmeye yanaşmazlar; sadece boşuna tartışma yaparlar, “diğerleriyle biz onunla tartıştık, bunlar boştur, bir şey değildir” diyerek kibirle yüz çevirirler.

Enfal suresi 31. ayette, “Ayetler onlara okununca, ‘Biz dinledik, istesek bunun gibi söyleriz, bu kitap eskilerin masallarıdır’ derler” şeklinde geçmektedir. Böylece diğerlerini saptırmaya çalışırlar.

Gerçek insan, kibir gösterirse, onunla konuştuğunda hakkı görse bile kabul etmek istemez. Bu asırda, daveti taşırken bazı insanlarla konuşursun, seni dinlemezler, dinlemeyi de istemezler, senin dediğini anlamazlar ve anlamaya da yanaşmazlar. Sadece “seninlele konuştum ve tartıştım” diyecekler, bunlar bomboştur, yalancı iddialar edip böbürlenirler. Kendi kendilerine hak verir ve diğerlerini senden ve senin davandan uzaklaştırmaya çalışırlar.

Başkalarını Kuran’ı dinlemekten uzaklaştırırken, doğrudan menfi propaganda kullanırlar; “Bu adam şairdir, sihirbazdır, delidir, yalancıdır, başkalarından getiriyor” derler. Bu şekilde, diğerlerinin Kuran’ı dinlemekten uzaklaşmalarını sağlamaya çalıştılar.

Arapların en fazla belağatı bilenlerinden Elvalid bin Elmuğire, bir seferinde Kuran’ı dinledikten sonra şöyle demiştir: “Allaha yemin olsun ki, ondan öyle bir kelam dinledim ki, ne insanlar ne cinler onun gibi söyleyebilir! Onun sözleri çok tatlıdır, pek güzeldir ve yumuşaktır, üstü meyvelidir, altı dolgundur. O üstündür, ondan daha üstün bir şey olamaz. Bunu bir beşer söyleyemez.”

Bu kişi iman etmek için bunu dememiştir, sadece bir değerlendirme yapmıştır. Zaten Arapların şiir yarışmasında baş jüri üyelerindendir. Ebu Cehil bunu duyunca şaşırmış, diğerlerinin etkilenmesinden korkmuş ve Elvalid bin Elmuğire’ye gelip, “Sapıp Muhammed’in dinine girdin mi?” diye sormuştur. Elvalid “Hayır” demiştir. Ebu Cehil, “Öyleyse onun hakkında bir şey söyleyeceksin! İstediğin parayı toplarız” demiştir. Elvalid, zengin ve gururlu olduğu için parayı reddetmiştir. Fakat, “Bu Kuran sözlü sihir” demiştir. Bunun üzerine Müddesir suresi 11-30 ayetleri nazil olmuştur.

Böylece Kureyş liderleri ve tabileri, bu Kuran’ın sözlü sihir olduğunu ve kimse dinlemesin, yoksa büyülenirsiniz, demeye başladılar. Yemen’de, Devs kabilesinin reisi Ettufeyl Ed-devsi Mekke’ye geldiğinde, Kureyş liderleri onu ikram ederek, Muhammed’i dinlememesi için onu ikna etmeye çalıştılar. Muhammed’in sözlü sihir sahibi olduğunu, dinlerse aldanacağını söyleyerek çok ısrar ettiler. Onları dinledi ve kulaklarına pamuk koydu. Fakat bu adam akıllıydı, şöyle dedi: “Annem beni kaybetsin! Ben akıllı bir insanım, şiirleri ve sözlerin ne olduklarını fark edebilen biriyim. Niye Muhammed’i dinlemeyeyim?!” Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanına gidip, Kureyş’in kendisine ne söylediğini ve gerçeği öğrenmeyi istediğini belirledi.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ona oturmasını söyledi ve Kur’an’ı okumaya başladı. Bu adam, Kur’an’ı dinler dinlemez hemen Müslümanlığını ilan etti. Kureyş liderlerinin korktuğu şey gerçekleşti. Çünkü bu kişinin akıllı olduğu, hakkı gördüğünde hemen kabul ettiği, şartlı veya inatçı olmadığını biliyorlardı. İşte bu kişi Yemen’e döndüğünde, kabilesi ona güvendiği için hepsi İslam’a girdiler. Bunlardan biri de Ebu Hureyre idi.

Ayette geçen “Her tür ayeti görseler yine inanmazlar” ifadesi, geneldir, umum lafzıdır: her tür ayeti kapsar, hem Kur’an ayetleri hem de Rasulullah’ın gösterdiği mucizelerdir. Zaten Kur’an ayetleri mucizedir, kimse onlar gibi söyleyemez, her kelamın üstündedir.

İsra ve Mirac, ayın ayrılması, suyun ellerinde fışkırması, gelecekle haber vermesi, diğerlerinin gizlice yaptıklarını göstermesi, hastaların duasıyla şifaya kavuşması, Bedir’deki zaferin gerçekleşmesi, meleklerin rolü vs. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ayrıca birer mucizeleridir. Ancak bunlar sadece onun zamanında görüldü. Fakat kıyamete kadar Kur’an mucizesi kalmıştır. Ayrıca sahih hadislerde geçen gaipten müjdeleri ve haberleridir. Zamanla gerçekleşir. İstanbul, Kudüs, Mısır, Irak, İran, Hind ve Sind (Pakistan) fetihleriyle ilgili müjdelerin hepsi gerçekleşti. Tekrar Raşidi Hilafetin kurulmasıyla ilgili müjdesi vardır ve o, Allah’ın izniyle gerçekleşecektir. Zira Allah bunu gerçekleştirmek için adamlar hazırladı, bir hizip kurdular, durmadan çalışıyorlar. Nitekim beşeri tarih boyunca şu hakikat tecelli etti: “Allah bir şeyin gerçekleşmesini isterse, onun sebeplerini hazırlar.”

İşte bu hayırlı ümmetten hilafeti kurmak için mücadele edecek hizbin doğması, oluşması bu baptandır. Bu hakikati yansıtır.

Onlar, Kur’an gibi bir kitap ya da onun surelerinden bir sure gibi bir şey getiremeyince ve Kur’an’ın üstünlüğünü görünce, onlarının ithamları çürük ve tutarsız olduğunu hissettiklerinde, kendi kendilerini hem dinlemekten hem de diğerlerini uzaklaştırmaktan başka bir şey yapmadılar.

Eğer onların iddiaları doğru olsaydı, ondan kaçmazlardı, meydan okuyacaklardı, “Gel, ya Muhammed, senin dediğin gibi veya daha üstün bir şey söyleyebiliriz” diyeceklerdi. Fakat bunu yapamadılar, bu yüzden hem onu dinlemekten kaçtılar hem de diğerlerinin etkilenmemesi için onları dinlemekten uzaklaştırmaya çalıştılar.

Ahnes bin Şureyk, Ebu Sufyan, Ebu Cehil gibi Kureyş’in ileri gelenleri gizlice Kur’an’ı dinleyince, kendilerinin cezbettiğini ve etkilendiklerini görünce hemen kendi kendilerini onu dinlemekten nehyettiler ve diğerlerini de nehyettiler.

Bu hareketle kendi kendilerini helak edip ahirette ateşe atılacaklardır. Bu şekilde hissetmeden kendi kendilerini helak edip tehlikeye atarlar. Dünyada bunu hissetmezler, fakat kıyamet günü bunu öğrenecekler. Bu nedenle ayette “onlar farkında olmadan ancak kendi kendilerini helak ederler” denilmektedir.

Ayrıca dünya saadetinden kendi kendilerini mahrum ederler. Çünkü Kuran’la kalkınırlar, yükselirler, izzetlenirler, en ileri ümmet olurlar; nitekim İslam’a girenler böyle oldular. Çünkü kalkınma ancak kapsamlı fikirlerle gerçekleşir. Ama onlar milliyetçi olup Mekke dağları arasında kendi düşüncelerini hapsettiler ve cahiliye karanlığında yaşamayı tercih ettiler. İslam devleti, Mekke fethini gerçekleştirdiğinde onların cahiliye ve saltanatlarını silip yok etti. Mekke halkı milliyetçilikten kurtulup İslam’la müşerref oldular ve diğer Müslümanlarla beraber dünyayı fethetmeye başladılar.

Bu asırdaki kâfirler ve dostları demokrasi, laiklik, temel hürriyet ve sair cahiliye fikirlerini savunamadıkları gibi, İslam’ın gerçek fikirlerini gösterenleri dinlemek istemiyorlar, diğerlerinin dinlemesini engellemeye de çalışıyorlar. Dava adamlarının açıklamalarını yasaklarlar, gerçekleri açıkladıklarından dolayı cezalandırırlar, onlara karşı menfi propaganda yürütürler, yalan ve iftira uydururlar.

Hilafet sistemi, İslam’daki yönetim nizamı, iktisadi nizamı, içtimaı nizam, yargı sistemi, ukubat, ceza kanunları, eğitim, harp, iç ve dış siyasetlerini anlatanlar ve uygulamaya çağıran hiziplerle savaşırlar ve yasaklarlar. Bunları incelemek istemezler, dava adamlarını da dinlemek istemezler. Tamamen Kureyş’in liderlerinin yaptıkları gibi yaparlar.

Oysa bu fikirleri ve nizamları savunan dava adamları onların hayrını isterler, onlara doğru ve kurtuluş yolu gösterirler. Batılı küfür güçlerinden nasıl kurtulacaklarını ve nasıl kalkınacaklarını gösterirler.

Kıyamet gününde ağır cezaları görecekler, daha cehenneme atılmadan önce Ateş’in karşısında durduklarında: “Keşke biz dünyaya döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak” diyecekler. O anda onların bu halini görsen ey Rasulüm! Müminler de onların vahim halini görecekler.

Zira kâfirler müminlerle tartışacaklar, yardım, su ve sair isteyecekler. Araf suresi 50. Ayette “Cehennemlikler cennetliklere: ‘Su veya Allah’ın size verdiği rızktan bize bir şey verin’ deyip seslenecekler.” Cennetlikler “Şüphesiz ki Allah bunları kâfirlere haram kıldı” diyecekler. Kâfirler sudan ve rızktan mahrumdur, onlara verilmez. Dünyada nasiplerini aldılar, ama ahirette bundan tamamen mahrum olacaklar.

Ahirette ilk zamanlarda bir şekilde, bu iki taraf arasında bu tartışma olacaktır. Bu haktır, muhkem ayetle geçmekte sabittir.

Kâfirler bu tür konular kendilerine izah edilince müminlerle alay ederler. Zira sırf dünyayı düşünürler, ahirete pek inanmazlar. Allah onların gerçeğini şöyle gösterdi:

“Kâfirlere dünya hayatı süslü gösterildi, müminlerle de alay ederler. Oysa takvalı olanlar kıyamet günü onların üstünde olacaklar. Nitekim Allah istediğine hesapsız rızk verir.” (Bakara 212)

“Hayır, daha önce gizledikleri kendilerine gösterildi. Döndürülürse nehyedildikleri şeyleri yapmaya dönerlerdi. Şüphesiz ki onlar yalancıdırlar.”

Allah kâfirlerin söyledikleri ve temennilerinin yalan olduklarını göstererek hayır dedi. Onlar yalan söylerler; dünyada gerçeklerini ve yaptıklarını gösterince ve cehennemi görünce mümin olmak ve salih amel yapmak için dünyaya dönmeyi temenni ederler. Bunu görmeseydiler temenni etmezlerdi. İmandan, müminlerden ve yaptıkları salih amelden nefret ediyorlardı. Kendileri gibi kötü olan insanları seviyorlar ve kötü amellerini güzel görüyorlar. Zina, eşcinsellik, açılıp çıplak veya yarı çıplak gezmek, faiz, içki, kumar ve sair kötü işleri güzel görürler ve teşvik ederler, bunları ret eden müminlerle alay ederler ve savaşırlar.

Dünyaya döndürülürse tekrar eski hallerine dönecekler. Belki bu bir rüya idi, diyecekler. Allah onların gerçeklerini bilir. Zira dünyadayken gerçeği görmek istemiyorlardı. Kuran’ın ve Rasulullah’ın hak olduğunu bilirler, fakat inanmak istemiyorlar veya bunun hak olup olmadığını incelemeye ve tartışmaya yanaşmak istemiyorlar.

Dünyanın süsü, lezzetleri, mal, makam ve şöhret onlara pek hoş ve tatlı gelir. Bunları bırakıp Allah’ın dinine tabi olmak istemezler.

Bunu çok zaman görüyoruz, kâfirler ve facirler sıkıntıya girince Allah’a yalvarırlar. Bu sıkıntı kalkınca tekrar eski hallerine dönerler ve Allah’ı unuturlar, sanki hiç dua etmediler ve yalvarmadılar. Ankebut suresi 65. Ayette

 “Gemiye binince (batma ve boğulma durumuyla karşı karşıya kalınca) yalnız Allah’a sadık şekilde dua ederler, onları karaya kurtarınca şirk koşarlar” denilmektedir.

İşte bizim kaptanımız çok becerikliydi, bizi kurtardı, biz zekiydik, kurtulabildik, böyle ya da şöyle kurtulduk diyecekler. Böylece Allah’ı unuturlar ve O’nun dışında başka bir şey yardımcı olarak göstererek şirk koşarlar.

Kâfirler ve facirler sadece çok sıkıntı görünce ve bir kurtarıcı bulamayınca Allah’a yalvarmaya başlarlar. Böyle durum olmayınca ve kendilerinin rahat ve güçlü olduklarını hissettiklerinde Allah’ı hiç hatırlamazlar, O’nu hatırlayanlarla bile alay ederler.

Eğer dünyada halleri böyle ise, muhakkak ahiretten dünyaya döndürülürse eski hallerine döneceklerdir. Şüphesiz ki onlar yalancıların ta kendileridir.

Aynı şekilde savaşlarda müminlere karşı yenilgiye uğrayacaklarsa yalvarmaya başlarlar. Ama güçlü olurlarsa müminlere verdikleri sözü tanımazlar ve bozarlar. Tevbe suresi 8 ve 10. Ayetlerde beyan edilmiştir. Bu nedenle müminler onlara inanmayacaklar, Tevbe suresi 12-15 ayetlerde geçtiği gibi onları yenilgiye uğratıncaya ve boyun eğdirinceye kadar savaşacaklar; böylece müminlerin elleriyle Allah onlara azap versin ve alçaltsın, Allah’ın zaferiyle müminlerin kalpleri ferahlansın.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellemİslam devletini kurunca bu siyaseti izledi, ondan sonra gelen Halifeler bunu devam ettirdiler. Yaklaşık 13 asır böyle devam etti. Ne zaman Halifeler bu hususta kusur gösterirlerse kâfirler onlara galip gelirlerdi.

İleride, Allah’ın izniyle Hilafet devleti kurulunca, o siyaseti devam ettirecek, hiç cihadı ve daveti yüklenme işini ihmal etmeyecektir. Kâfirlere karşı askeri, siyasi, iktisadi ve fikri savaşları sürdürecektir, ta ki İslam dünyanın doğularına ve batılarına hâkim olsun.