– 18 –

İbrahim’in babasının ismi üzerindeki tartışma
 Onun akaidi ve ideolojik tutumu
Babasıyla ve kavmiyle tartışma üslupları
 Babası için mağfiret dilemesi ve sonra bundan vazgeçmesi
 Rasulün ve vahyin gelişine ihtiyaç
 Olumlu ve olumsuz tartışma yolları
Allah’tan kâfirlere mağfiret dilemek caiz midir?

وَاِذۡ قَالَ اِبۡرٰهِيۡمُ لِاَبِيۡهِ اٰزَرَ اَتَتَّخِذُ اَصۡنَامًا اٰلِهَةً ‌ۚ اِنِّىۡۤ اَرٰٮكَ وَقَوۡمَكَ فِىۡ ضَلٰلٍ مُّبِيۡنٍ‏ ﴿۷۴﴾ وَكَذٰلِكَ نُرِىۡۤ اِبۡرٰهِيۡمَ مَلَـكُوۡتَ السَّمٰوٰتِ وَالۡاَرۡضِ وَلِيَكُوۡنَ مِنَ الۡمُوۡقِـنِيۡنَ‏ ﴿۷۵﴾ فَلَمَّا جَنَّ عَلَيۡهِ الَّيۡلُ رَاٰ كَوۡكَبًا ‌ۚ قَالَ هٰذَا رَبِّىۡ‌ ۚ فَلَمَّاۤ اَفَلَ قَالَ لَاۤ اُحِبُّ الۡاٰفِلِيۡنَ‏ ﴿۷۶﴾  فَلَمَّا رَاَ الۡقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هٰذَا رَبِّىۡ ‌ۚ فَلَمَّاۤ اَفَلَ قَالَ لَٮِٕنۡ لَّمۡ يَهۡدِنِىۡ رَبِّىۡ لَاَكُوۡنَنَّ مِنَ الۡقَوۡمِ الضَّآ لِّيۡنَ‏ ﴿۷۷﴾   فَلَمَّا رَاٰ الشَّمۡسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبِّىۡ هٰذَاۤ اَكۡبَرُ‌ۚ فَلَمَّاۤ اَفَلَتۡ قَالَ يٰقَوۡمِ اِنِّىۡ بَرِىۡٓءٌ مِّمَّا تُشۡرِكُوۡنَ‏ ﴿۷۸﴾  اِنِّىۡ وَجَّهۡتُ وَجۡهِىَ لِلَّذِىۡ فَطَرَ السَّمٰوٰتِ وَالۡاَرۡضَ حَنِيۡفًا‌ وَّمَاۤ اَنَا مِنَ الۡمُشۡرِكِيۡنَ‌ۚ‏ ﴿۷۹﴾

 “Şundan söz et: İbrahim, babası Azer’e dedi ki: ‘Putları birer ilah mı ediniyorsun?! Seni ve senin kavmini apaçık dalalet içinde görüyorum.’ (74)

Böylece İbrahim’e göklerin ve yerin mülkünü (malikinin azametini) gösteriyorduk ki yakinen inananlardan olsun. (75)

Üzerine gece karanlığı çökünce bir yıldız gördü ve dedi ki: ‘Bu benim Rabbimdir.’ Yıldız batınca, ‘Ben batanları sevmem’ dedi. (76)

Ay doğup parladığında, ‘Bu benim Rabbimdir’ dedi. Ay batınca ise, ‘Rabbim bana hidayet vermezse, muhakkak dalalete düşen kavimden olurum’ dedi. (77)

Güneşi doğup parlarken görünce, ‘Bu benim Rabbimdir, bu daha büyüktür’ dedi. Güneş batınca ise, ‘Ey kavmim! Şirk koştuğunuz şeylerden kesin olarak uzağım’ dedi. (78)

‘Ben, gökleri ve yeri yaratana, dosdoğru bir şekilde yöneldim ve ben müşriklerden değilim.’ (79)

İbrahim Aleyhisselam, babasına ve kavmine karşı akaidi ve ideolojik tutumunu açıkça göstermiştir. İnancı ve fikri konusundaki kararlılığını sergilemiştir. Böylece müminlere örnek olmuştur.

İbrahim, babası Azer’e şöyle dedi: “Putları birer ilah mı ediniyorsun?! Seni ve senin kavmini apaçık dalalet içinde görüyorum.”

Alimler ve müfessirler, İbrahim’in babasının adı konusunda ihtilafa düşmüştür. Azer onun ismi midir, lakabı mıdır, yoksa başka bir şey midir? “İsmi Azer’dir” diyenler olduğu gibi, bunun bir lakap olduğunu ve asıl isminin Târih olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı alimler ise hem Azer hem de Târih isimlerinin bulunduğunu, tıpkı Yakup’un diğer isminin İsrail olması gibi, iki isme sahip olduğunu ifade etmiştir.

Ayrıca, Azer’in onların taptıkları bir ilahın ismi olduğunu söyleyenler de vardır. Farsça’da “yaşlı” anlamına geldiği için asıl isminin başka olduğunu iddia edenler de bulunur. Bunun küfür ve sövgü anlamına geldiğini belirten görüşler de mevcuttur.

Ancak bu tartışma bizim için bir sorun teşkil etmez. Önemli olan, hak mücadelesinde İbrahim Aleyhisselam’ın ortaya koyduğu tutumdur. Allah, bunu Rasulü’nün ve Müslümanların dikkatini çekmek ve örnek almalarını sağlamak için anlatmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de İbrahim’in babasının adı Azer olarak geçtiği için bunu kabul ederiz. Diğer iddialara itibar etmeyiz, çünkü bunların delili yoktur. İsrailiyattan etkilenme olduğu gibi, başka dillere bakarak yapılan yorumlardan ibarettir.

İbrahim Aleyhisselam, babasıyla akaid hususunda tartıştı. Çünkü babası ve halkı putları ilah edinmişti. Bunun apaçık bir sapıklık ve şaşkınlık olduğunu korkmadan vurgulamıştır.

Allah-u Teâlâ, Müslümanın babası bile olsa, tutumunun nasıl olması gerektiğini İbrahim Aleyhisselam’ın örnekliği üzerinden göstermiştir. Müslüman, her konuda İslam’a bağlılığını sergileyecek, kararlı olacak ve dininden hiçbir taviz vermeyecektir.

Oysa onun kavminin kralı kendisini ilahlaştırmıştır. Bakara 258. ayette kralla tartışması anlatılmıştır. Bu ayetin tefsirinde şu ifadeleri yazmıştık:

“İbrahim Aleyhisselam, ‘Allah diriltiyor ve öldürüyor’ deyince, zalim hükümdar, ‘Ben de diriltiyor ve öldürüyorum’ diyerek bir mugalataya (mantıksız karşılık) başvurdu. Bu, zalim bir kimsenin inatla sergilediği bir yaklaşımdı. Bir kişiyi hayatta bırakma veya öldürme işini, Allah’ın yoktan var etmesi ve öldürmesine benzetmekteydi. İbrahim Aleyhisselam ikinci delili gösterince, zalim hükümdar şaşırıp kaldı.”

Diğer detayları orada açıkladık, bu konuyu oradan inceleyebilirsiniz.

Bir kişi, bir misalle hakkı görmek istemeyip inat ederse, ona başka bir örnek sunulur. Ya ikna olur ya da şaşkınlığa düşüp gider.

Zira İbrahim Aleyhisselam, müminler için güzel bir örnek olduğu için birkaç surede onun tutumu, mücadelesi ve tartışma yolları sergilenmiştir. Kendisi için en saygıdeğer babasıdır. Öyleyse babası veya ondan daha aşağı olan çocuklar, kardeşler, eşler, amcalar, dayılar ve sair akrabaları yanlış yolda gittikleri veya yanlış fikir sahibi oldukları görülünce onlara çekinmeden bir üslupla konuşup tartışacaktır. Tamamen toplumun sair bireylerine açıkça hakkı söyleyecek ve onları düzeltmeye çalışacaktır; batıl veya yanlış fikir ve yol üzerinde gütmelerini bırakmaz. Yanlışı gösterirken doğruyu gösterecektir.

Davada tartışma ve fikir sunmak apaçık olur. Baba, akrabalar, sair insanlar ve yöneticilere yöneliktir. Kur’an’da Müslümanların daveti yüklenirken, diğerleriyle tartışmalarını gerekli olduğu ve bu tartışmanın nasıl olacağı gösterilmiştir.

Allah-u Teâlâ, İbrahim’i davada, akide ve ideolojik tutumunda Müslümanlara güzel örnek olarak şöyle beyan etmiştir:

قَدۡ كَانَتۡ لَـكُمۡ اُسۡوَةٌ حَسَنَةٌ فِىۡۤ اِبۡرٰهِيۡمَ وَالَّذِيۡنَ مَعَهٗ‌ۚ اِذۡ قَالُوۡا لِقَوۡمِهِمۡ اِنَّا بُرَءٰٓؤُا مِنۡكُمۡ وَمِمَّا تَعۡبُدُوۡنَ مِنۡ دُوۡنِ اللّٰهِ كَفَرۡنَا بِكُمۡ وَبَدَا بَيۡنَنَا وَبَيۡنَكُمُ الۡعَدَاوَةُ وَالۡبَغۡضَآءُ اَبَدًا حَتّٰى تُؤۡمِنُوۡا بِاللّٰهِ وَحۡدَهٗۤ اِلَّا قَوۡلَ اِبۡرٰهِيۡمَ لِاَبِيۡهِ لَاَسۡتَغۡفِرَنَّ لَـكَ وَمَاۤ اَمۡلِكُ لَـكَ مِنَ اللّٰهِ مِنۡ شَىۡءٍ ‌ؕ رَبَّنَا عَلَيۡكَ تَوَكَّلۡنَا وَاِلَيۡكَ اَنَـبۡنَا وَاِلَيۡكَ الۡمَصِيۡرُ‏

“İbrahim ve onunla birlikte iman edenler, sizin için güzel örnektir. Kavimlerine karşı dikilip şöyle dediler: ‘Sizden ve Allah dışında taptıklarınızdan beri’iz, uzağız. Size kâfir olduk (sizi inkar ve reddettik), biz ile sizin aramızda buğz ve düşmanlık apaçık ortaya çıktı. Ta ki tek ilah olan Allah’a inanıncaya kadar durum böyle devam edecektir. Ancak İbrahim, babasına: ‘Senin için Allah’tan mağfiret dileyeceğim. Ama senin için Allah’tan bir şeye (af için bir söz yoktur) malik değilimdir. Rabbimiz, sana tevekkül ettik, size yöneldik, dönüşümüz senin yanına olacaktır’ dedi.” (Mümtehine, 4)

İbrahim babasına Allah’tan mağfiret dileyeceğim söz vermişti. Umulur ki yumuşar ve Müslüman olur. Fakat küfür üzerinde ısrarlı kalınca, babasından da beri oldu. Zira bazı müminler, kafir babaları ve akrabaları için mağfiret dilemek isteyince, Allah bunu hatırlatarak şöyle buyurdu:

مَا كَانَ لِلنَّبِىِّ وَالَّذِيۡنَ اٰمَنُوۡاۤ اَنۡ يَّسۡتَغۡفِرُوۡا لِلۡمُشۡرِكِيۡنَ وَلَوۡ كَانُوۡۤا اُولِىۡ قُرۡبٰى مِنۡۢ بَعۡدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمۡ اَنَّهُمۡ اَصۡحٰبُ الۡجَحِيۡمِ‏ وَمَا كَانَ اسۡتِغۡفَارُ اِبۡرٰهِيۡمَ لِاَبِيۡهِ اِلَّا عَنۡ مَّوۡعِدَةٍ وَّعَدَهَاۤ اِيَّاهُ‌ ۚ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهٗۤ اَنَّهٗ عَدُوٌّ لِّلّٰهِ تَبَرَّاَ مِنۡهُ‌ ؕ اِنَّ اِبۡرٰهِيۡمَ لَاَوَّاهٌ حَلِيۡمٌ‏

“Nebi olsun, iman edenler olsun müşrikler, kâfirler için mağfiret dilemeleri hiç doğru değildir. Bu kâfirler akrabaları olsa da. Oysa onların cehennem ehlinden oldukları belli oldu. İbrahim’in babası için mağfiret dilemesine gelince, ona söz verdiği içindir. Fakat babası Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli edince ondan beri oldu. Şüphesiz ki İbrahim çok merhametli ve hilim sahibiydi.” (Tevbe, 113-114)

İbrahim çok merhametli ve şefkatlidir. Babasının ve kavminin cehenneme girmelerini istemediği için onları ikna etmek adına onlara karşı çok yumuşaklık gösterdi ve sabretti. Fakat babası şirk üzerinde ısrarcı olunca, Allah’ın düşmanı sayıldı. Artık ona ve kavmine karşı sert tutum sergiledi ve babasına: “Sen ve senin kavmin apaçık sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum” dedi.

Başka ayetlerde, Saffat Suresi 85-98 ayetlerde babasına ve kavmine nasıl tartıştığı, çatıştığı, sonra putlarını kırdığı ve ondan sonra ateşe atılmak istendiği anlatılmaktadır. Ancak ateşe atılmaktan korkmadı ve Allah için canını feda etmeye hazır oldu. Kuvvetli mümin budur. Allah’a tevekkül eder, dayanır, güvenir; ecel, rızık, fayda ve zarar O’nun elindedir. Taktir ettiği şeyden kaçılmaz. Önemli olan O’nun rızasını kazanmak ve cennete girmektir.

İbrahim, putların ilah olmadıklarını fıtraten ve aklen idrak etmiştir. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem de Nebi olmadan önce putların ilah olamayacağını idrak etti, fakat hakikati tam anlamda idrak edemedi. Duha Suresi 7. ayette: وَوَجَدَكَ ضَآلًّا فَهَدٰى

“Seni şaşkın bir halde bulup sana hidayet vermedi mi?” denilmektedir. Çünkü kavminden uzak bir yere gidip rahatça tek başına düşünmek amacıyla bir mağarada oturuyordu, gerçeği arıyordu. Ta ki Allah ona bir melek gönderinceye ve bu şekilde hidayet buluncaya kadar devam etti.

Bu nedenle insan fıtraten bir yaratıcının var olduğunu idrak eder. Fakat vahiy gelmedikçe şaşkın olur, yaratıcının nasıl olduğunu idrak edemez. Ta ki vahiy gelinceye kadar. Böylece insanlar, Allah tarafından bir vahyin gelmesine veya rasullerin gönderilmesine muhtaç kalırlar.

Ayrıca insan, içgüdülerini ve uzvi ihtiyaçlarını doğru şekilde nasıl doyuracağını gösteren bir vahyin ve bir Rasul’ün gelişine muhtaçtır. Bu nedenle, Allah’tan bir sistem ve şeriatın gelişi aklen gereklidir. Aksi takdirde insan şaşkın ve sapık olur; insanlar birbirine zulmeder, birbirlerini ezerler.

Hz. İbrahim, gökleri, içindeki yıldızları ve gezegenleri derin derin düşünmeye başladı. Zira onun kavmi hem putlara hem de yıldızlara tapıyordu. Bu düşünme neticesinde Allah, İbrahim’e göklerin, içindekilerin ve yerin gerçeklerini göstererek kendisinin malik (sahip) olduğunu ve azametini ortaya koydu. Aklına bu gerçeği kavrattı ve kesin olarak ona inandırdı. Böylece o, yakin (kesin) iman edenlerin safına girdi.

“Gökler ve yerin mülkü (malikiyeti) O’nundur.”
(En’âm, 75)

Ayette مَلَـكُوۡتَ السَّمٰوٰتِ وَالۡاَرۡضِ   (“gökler ve yerin maleketu”) ifadesi geçmektedir. Malekut kelimesi, malik kelimesinin mübalağalı (pekiştirilmiş) halidir. Yani Allah, Hz. İbrahim’e gökleri ve yeri nasıl yarattığını, içinde neler olduğunu göstererek derin düşünmeye sevk etti ki gerçekleri tam olarak görsün, kesin bir iman sahibi olsun ve hiçbir şüpheye düşmesin.

İşte bu nedenle, kâinatı, insanı ve hayatı derinlemesine ve etraflıca düşünmek gerekir ki aydın düşünce gerçekleşsin. Bir şeyi içeriği ve mahiyetiyle derinlemesine düşündükten sonra, öncesini, sonrasını ve birbirleriyle ilişkisini kavrarsa insan aydın düşünmüş olur, hakikati idrak eder ve imanında yakin (kesinlik) elde eder.

Nitekim insan her şeyi böyle düşünmelidir; sadece yüzeysel bakış açısıyla yetinmemelidir. Yüzeysel düşünenler, yönetici ve liderlerine körü körüne tabi olurlar. Bu nedenle Hz. İbrahim’in kavmi de krallarına uydu, onların her dediğine inandı ve sahip çıktı. Böylece şaşkınlığa düştüler. Günümüzde de lider ve yöneticilerine körü körüne tabi olanlar aynı durumdadır.

Hz. İbrahim, kavmine nasıl düşündüğünü göstermek için olumlu bir üslupla tartıştı. Taptıkları bir yıldızı görünce: “Bu benim Rabbimdir.”(En’âm, 76) dedi. Bu yıldız, diğerlerinden farklı olmalıydı; daha büyük görünüyordu ve muhtemelen kavmi tarafından daha fazla itibar edilen, özellikle tapınılan bir yıldızdı.

Fakat yıldız batınca:

“Ben batanları sevmem.”(En’âm, 76) dedi. Bunun anlamı “Kabul etmem” demektir. Arapçada “sevmem” ifadesi, “onu kabul etmem, ondan razı olmam” anlamında da kullanılır. Nitekim Allah birçok ayette,

Kâfirleri sevmediğini,

Zalimleri sevmediğini,

Haksızca saldıranları sevmediğini,

Fesat çıkaranları sevmediğini,

Günah işleyenleri sevmediğini,

Hainleri sevmediğini,

Böbürlenen ve kibirlenenleri sevmediğini

ifade etmektedir. Bunun manası şudur: Allah, bu kişileri kabul etmez ve onlardan razı olmaz.

Eğer tapınılan bir varlık batıp kayboluyorsa, ilah olamaz. Çünkü ilah ezeli ve ebedidir, yok olmaz.

Kavmi, Aya da tapıyordu. Ay doğunca: “Bu benim Rabbimdir.” (En’âm, 77) dediler. Ancak ay da batınca Hz. İbrahim:

“Batanları sevmem, kabul etmem.” (En’âm, 77) dedi ve ekledi:

“Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermezse, kesinlikle sapıklardan olurum.”
(En’âm, 77)

Bunun anlamı, Hz. İbrahim daha önce bu meseleleri düşünmüş, Rabbini tanımış ve böylece doğru yolu bulmuştu. Nitekim Allah, Sâffât Suresi 84. ayette şöyle buyurmaktadır:

اِذۡ جَآءَ رَبَّهٗ بِقَلۡبٍ سَلِيۡمٍ‏

“O, Rabbine tertemiz bir kalple yönelmişti.”
(Sâffât, 84)

Bunun anlamı, Hz. İbrahim, babasıyla ve kavmiyle tartışmaya gelmeden önce iman etmişti. Ayrıca bir peygamber ve rasul olduğu için şirk sahibi olamaz; masumdur.

Hz. İbrahim, kavmini İslam’a davet ederken, düşüncelerini nasıl şekillendirdiğini ve hangi sonuca vardığını onlara gösterdi. Kavmi güneşe de tapıyordu. Güneş, diğer yıldızlardan daha büyük ve daha parlak görünüyordu. Bu nedenle doğunca:

“Bu benim Rabbimdir, çünkü bu daha büyüktür.” (En’âm, 78) dedi. Fakat güneş de batınca: “Batanları sevmem, kabul etmem.” (En’âm, 78) dedi ve sonunda şu hakikati ilan etti:

“Ben, gökleri ve yeri yoktan var edene yöneldim. Ben, Allah’a dosdoğru bir şekilde (hanif olarak) teslim oldum.”
(En’âm, 79)

Hanif demek, sapmadan, dosdoğru bir şekilde yalnızca Allah’a yönelmek ve asla O’na şirk koşmamak demektir. Hz. İbrahim de hiçbir zaman şirk koşmadan, yalnızca Allah’a inanmıştır.

Olumlu tartışma üslubu, karşı tarafın inandığı veya kabul ettiği şeyi sanki kabul ediyormuş gibi göstererek tartışmaya başlamaktır. Tıpkı İbrahim Aleyhisselam’ın yaptığı gibi.

Okulda, anarşi döneminde, 1970’lerin ortasından sonra milliyetçiler ve komünistlerle sıkça tartışıyorduk. Zira biz silah kullanmıyorduk.

Milliyetçi veya ülkücü bir liderle şöyle olumlu bir tartışma yaptım:

“Milliyetçiliği kabul edelim. Diyelim ki iktidara geldiniz. Hangi ideolojiyi tatbik edeceksiniz? Ne tür bir sistem kuracak, hangi kanunları uygulayacaksınız?”

Milliyetçi bir sistem kuracaklarını söylediklerinde, “Nasıl bir sistem?” diye sorduğumda bocaladılar, ne diyeceklerini bilemediler.

Ben de dedim ki:

“Böyle bir sistem ve ideoloji yoktur. Dünyada ya kapitalizm, ya sosyalizm ya da İslam vardır.”

Bunun üzerine, “İslam sistemidir.” dediler.

Ben de devam ettim:

“İslam’da şöyle hükümler vardır: Hırsızın eli kesilir, zina eden kırbaçlanır veya recmedilir. Peki, bunu uygulayacak mısınız?”

“Hayır, biz Fransa’daki gibi yapacağız.” dediler.

Ben de dedim ki:

“Yani kapitalizmi uygulayacaksınız.”

Sonra inat edip tartışmayı bıraktılar.

Bir başka tartışmada, karşımdakine “Milliyetçiliği tarif eder misin?” dedim.

“Vatanını ve milletini seven ve savunan kişidir.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine sordum:

“Eğer ben bir Arap olarak bu ülkeyi, Türkiye’yi ve halkını Müslüman oldukları için seviyor ve savunmaya hazırım. Bu durumda Türk milliyetçisi olur muyum?”

Bunu duyunca, “Ben İslam’ı bilmiyorum, bana öğret.” dedi.

İşte bu şekilde yapılan tartışmalara olumlu tartışma üslubu denir.

Milliyetçilik, dar ve tehlikeli bir düşüncedir. Ondan bir fikir ve sistem doğmaz; insanları birbirine düşürür, kavgalar ve iç-dış savaşlara yol açar. Her halk kendini diğer halklardan üstün görür, körü körüne bir savunma ve taassup başlar. Adeta halk veya millete tapınma hâli ortaya çıkar.

Bu tür tartışmalar, çatışma ve çürütme esasına dayandığı için olumsuz tartışma üslubu olarak adlandırılabilir.

Komünistlerle de benzer tartışmalar yaşadık. Her iki üslubu da kullandık.

Hâlâ daveti yüklenirken bu iki üslubu kullanıyoruz. İşte bu iki üslup geçerlidir ve İslam bunları onaylamıştır. Ancak dava adamı, hangi durumda hangi üslubu kullanacağını iyi değerlendirmelidir.

İbrahim Aleyhisselam ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem de bu iki üslubu kullanmışlardır.

Nitekim Nahl Suresi 125. ayette Allah şöyle emrederken:

(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”

Buna karşılık, A’râf Suresi 176. ayette ise köpeklere benzetme yapılmıştır:

“Onlara ayetlerimizi bildirdiğimiz hâlde onlardan yüz çevirip heva ve heveslerine uyanların durumu, üzerine varsan da bıraksan da soluyan köpeğin hâline benzer.”

Yine, A’râf Suresi 179. ayette, insanların akılları, gözleri ve kulakları olduğu halde Allah’ın ayetlerini düşünmedikleri, görmedikleri ve işitmedikleri bildirilmiştir. Bu yüzden Allah, onları hayvanlara benzetmiş, hatta hayvanlardan daha aşağı olduklarını belirtmiştir. Çünkü hayvanlar özürlü oldukları için mazurdurlar, ancak bu insanlar düşünme yetisine sahip oldukları halde hakikati idrak etmeye yanaşmamaktadırlar.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 “Onların kalpleri vardır, fakat onunla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, fakat onunla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendisidir.”