– 16 –
Münafıkların nelere benzedikleri ile ilgili misaller:

Kârlı olan hidayet kendisine geldikten sonra reddedenlerin halini Allah’u Teâlâ başka misal göstererek şuna benzetiyor:
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ
“Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara 17)
İslam’a ‘sözde’ girince ateş yakmış oldular. Fakat gerçekten İslam’a girmedikleri için Allah ateşin nurunu, İslam’ın ışığını onların üzerinden kaldırdı ve karanlıkta (küfürde) kaldılar. Yine de İslam’ı duyan ve araştırmayan kimseler nuru görmüş oldular, fakat bundan uzaklaştıkları için karanlıkta kaldılar. Artık, onlar hiç hakkı ve hakikati göremez, karanlıkta kalkıp yatarlar. İnsan münafıklar dâhil olmak üzere bu kafirlerin durumunu incelerse onların ne kadar karanlıkta kaldıklarını anlar. Onların günah dolu hayatlarının ne kadar çirkin olduğunu ve içlerinin ne kadar sıkıntılı ve huzursuz olduğunu görür. Hakkı duymak istemedikleri için onların hali şöyledir:
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
“Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler.” (Bakara 18)

Münafıklar ve sair kâfirler hidayeti kabul etmedikleri, ondan yüz çevirdikleri için sağır, dilsiz ve kör oldular. Aynı anda hidayete bakıp dönemezler. Çünkü karanlığa alıştılar, nur olan hidayeti istemezler. Onlar, hakkı ve doğruluğu işitmezler, duymazlar, sağırdırlar. Bunlar dilsizdirler, haktan söz etmez, doğru fikiri söyleyemezler.
İnsana konuşan bir hayvan denilir. Bunun nedeni de insanın düşünüyor olmasıdır. Münafıklar düşünmedikleri için dilsiz oldular. Şöyle ki; fikrini açıklamayan kimse düşünmeyen kimsedir. Düşünen kimse denilince olumlu sıfattır, doğruyu eğriden ayıran kimse demektir. Hem sağır, hem dilsiz, hem kör olarak nitelenen kişi hiç düşünmeyen kimse demektir. Bunlar hayvanlardan daha aşağı olurlar. Başka ayetlerde Allah Celle Celaluhu onları şu şekilde vasıflandırdı:
وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ…
“Onların kalpleri (akılları) var, onunla kavrayamıyorlar, gözleri var onunla göremiyorlar, kulakları var onunla işitemiyorlar, işte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (Araf 179)
İnsan, kalbini bir şeye açmazsa hiç düşünemez. Gerçek kendi önünde olsa da onu göremez ve ne kadar anlatılırsa anlatılsın anlayamaz. O sanki hiç duymuyor gibidir. Bunun sebebi; şartlı olması, hiç hakikati görmek veya işitmek istememesi, çok bağnaz ve inatçı olması, izzet-i nefs, gurur ve kibrin kendisinde bulunması veya çıkarına dokunması veyahut diğerlerin yaptıkları menfi propagandanın tesiri altında kalmasıdır. Bu nedenle, Allahu Teâlâ onların durumunu izah etti. Nitekim Allah’u Teâlâ bu çeşit münafık ve kâfirlerin durumu şuna da benzetti:
أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşekler bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar şimşeklerden gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.” (Bakara 19)

Karanlıktan maksat kalplerindeki şek ve şüphedir. Bu tür münafıklar İslam’a karşı tereddüt halinde oldukları için bunlar tam inanamadıkları gibi reddedemiyorlar da… Başka ifadeyle, fikirleri mefhum haline getiremiyorlar. Çünkü insan bir fikri kavrar, zihninde tasavvur eder ve ona inanırsa mefhum haline gelir. Neticesinde de mefhuma göre hareket eder. Bunu tam yerleştirir, ona teslim olur, herhangi bir tereddüde yer bırakmaz ve onu kendinden bir parça haline getirirse kanaat hâsıl olur. Münafıklar bunlara tam güvenemeyip tereddüt içindedirler. Dolayısıyla onların hali gürültü çıkartmaktan başka bir şey değildir.
Şimşek ise nur ve ışıktır. Kalplerine şimşek gibi iman nuru giriyor, parlıyor ve sonra kaybolup gidiyor. Bu tür insanlar bazen etkileniyorlar, geriden bakışta mümin oldukları zannedilir. Fakat onlardaki bu iman geçicidir, tam manasıyla sabitleşmiyor. Tamamen şimşek gibi parlıyor ve hemen sonra sönüp kayboluyor. Oysa onlar karanlıktadırlar, kalpleri kara bulutlarla doludur, bulutlar çarpışınca gürültü olur, fikirleri çelişki içindedir, tam kanaat getiremiyorlar. Bu çarpışma esnasında şimşekler çakar, sanki iman kalplerine girmiştir. Fakat güvenemedikleri için bu parlama hemen kaybolmaktadır. İçlerindeki tezatlar ve fikir çarpışmasından dolayı neredeyse ölecekler, gürültü onları çok etkiliyor. Tezat olması, eski fikirler ve inançları üzerinde kalmak istiyorlar, yeni fikirleri duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. Çünkü yeni fikirler/İslam fikirleri kulaklarına girerse önceki batıl ve küfür fikirleriyle çatışma başlar. Böylece fikri çatışma meydana gelmiş olur. Fikirler etkilediği için bu hale düşerler.
Bu asırda bunlara benzer insanları görmek mümkündür. Onlar hak ve doğru fikirleri hiç duymak istemezler. Duyarsa ona ölümden ağır gelir. O kadar rahatsız olurlar ki, karşısındaki ile kavga etmeye kalkışır veya onu kovmaya çalışır.
Ama kâfirler nereye kaçacaklar? İmanında tereddüt, şüphe ve şek olan kimseler kâfir olurlar. Çünkü inanamıyor, güvenemiyor, hep tereddüt halindedir. Hucurat sûresinin 14 ve 15. ayetlerinde bir takım bedevilerin durumunu anlatıyor. Bunlar inandık dediler, Allah onlara diyor ki;
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِن تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُم مِّنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Bedevîler “İnandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “Boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat 14)
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
“Müminler ancak Allah’a ve Resûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat 15)
Bakara sûresinin 20. ayetinde İslam nurunun tesirini şöyle anlatıyor:
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“(O esnada) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir.” (Bakara 20)

Burada, insanların kalplerine imanın şimşek gibi girmesi ve çıkmasının durumunu anlatıyor. Kalplerinde biraz iman gözüktüğünde doğru yolda yürürler, imandan söz ederler, İslam için müminlerle beraber hareket ederler. Bazen cihad ederler ve davayı anlatırlar. Fakat bu iman sabit olmadığı için şimşek gibi parlıyor, sonra tekrar karanlıkta kalıyorlar. Eski halde bulundukları yerde kalırlar ve eski fikirlerine geri dönerler. Çünkü yeni fikirleri kalplerine yerleştiremiyorlar. Allah istese onları sağır ve kör bırakır. Yani, kâfirler gibi olurlar. Fakat Allah onlara müdahale etmiyor, insanı imana veya küfre zorlamıyor, onu serbest bırakıyor. Oysa Allah her şeye kadir olduğu için bunu yapardı. Ancak, insanları imtihan etmek için insanları serbest bırakıyor, isteyen mümin olsun, isteyen kafir olsun. Kehf sûresinde şu ayette geçtiği gibi:
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا
“Ve de ki; Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!” (Kehf 29)
-17-
Allah’ın kendisine ibadet etmek için insanlara yönelttiği çağrı:

Allah’u Teâla, müminler, kafirler ve münafıklarla ilgili bir takım sıfatları izah ettikten sonra bütün insanlara şöyle sesleniyor:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Ey insanlar, sizi ve sizden önceki olanları yaratan Rabbinize kulluk edin, umulur ki takvalı olursunuz” (Bakara 21)

Allah’u Teâlâ, yarattığı insanlara hitap ediyor; sizi yaratana kulluk edin zira kulluk etmek insanın yaratılışında mevcuttur. İnsanlar kendilerine iyilik yapanlara teşekkür ederler, saygı gösterirler ve onları severler. Bu aşırı dereceye ulaşırsa ibadet olur. Allah Teâla insanlara buyuruyor ki; sizi ve sizden önceki insanları yaratana aşırı şekilde teşekkür edin, saygı gösterin ve onu sevin. Çünkü yaratılıştan daha büyük iyilik var mıdır? Öyleyse, sizi yaratan Rabbinize ibadet edin, kulluk edin. Bunun manası; Allah’ın her emrine uyun ve her nehyinden vazgeçin. Çünkü insan kul veya köle olunca efendisine boyun eğer. O’nun her emrine uyar ve nehyinden vazgeçer. İnsanlar Allah’a kulluk ederlerse takvalı olabilirler. İbadetin neticesi takvalılık doğabilir. Her ibadet eden takvalı olmayabilir. Ayette, umulur ki takvalı olabilirler ifadesinin geçmesi bundandır.
İbadetten doğabilecek neticeye hikmet denilir. Bir ayette;
إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ
“Namaz, fuhuş ve kötülüğü nehyeder” (Ankebut 45) diye geçiyor. Bunun manası; namaz kılan kimse fuhuş ve kötülük yapmamalıdır. Çünkü namaz insanın Allah’la alakasını kurdurur, insanı etkilemelidir. Ama her zaman olmayabilir. Bir ayette de;
أَن يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ
“…içki ve kumar insanların arasını bozar, buğz ve kini kalplere sokar ve kavga çıkarttırır…” (Maide 91). Bu da hikmettir. İçki ve kumar her zaman böyle şeyleri meydana getirmeyebilir de…
Ayetin hikmeti denilince; doğabilecek neticedir. Bir ayette;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilerin üzerine farz kılındığı gibi size de farz kılındı, umulur ki takvalı olursunuz.” (Bakara 183)
Müslüman oruç tutunca takvalı olabilir. Çünkü Allah’ı hatırlayarak ve onun rızasını isteyerek oruç tutmuştur. Bu nedenle de takvalı olmalıdır. Yani, haramdan kaçınır ve farzları yerine getirir demektir. Fakat her zaman bu netice doğmayabilir. Bazı Müslümanlar oruç tutuyorlar, fakat yine de haram işlemekten kaçınmayıp farzları yerine getirmiyorlar. Misal olarak; çok kimse oruç tutuyor fakat namaz kılmıyor, birçok kadın oruç tutuyor fakat dışarıya çıkınca örtünmüyor, başörtüsü takmıyor ve cilbanı giymiyor. Müslümanların çoğu İslam davetini yüklenme farziyetini yerine getirmiyorlar. Ancak, ibadetin neticesi takvalılık olabilir. Fakat Allah bu neticenin doğmasını istiyor ve birçok ayette takvaya veya takvalılığa davet ediyor. Zira ibadet yapılır da takvalılık doğmazsa bu Müslüman’ın sürekli Allah’ı, cenneti, azabı ve ölümü düşünememesinden kaynaklanmaktadır. Müslüman ibadet yaparken, yaptıktan sonra daima Allah korkusunu, vaadini kalbine yerleştirir, ölümü ve azabı düşünürse günah işlemekten uzak durur ve neticesinde de takvalı olur.
Bu ayet, İslam’ın evrenselliğini anlatmaktadır. Çünkü hitap bütün insanlara yöneliktir. İslam belli bir halka gönderilmedi, bütün insanlara gönderildi. Bu nedenle, İslam daveti bütün insanlara götürülmelidir. Bütün insanları tek bir ümmet haline getirmek gerekir. Bu ümmet o zaman İslam ümmeti olur. Nitekim bütün insanlar Allah’ın yarattığı birer mahlûklardır, aralarında fark yoktur. İslam’ın üstünlüğü burada tecelli eder. Diğer ideolojiler ve dinler evrenselliğini ispatlayamadı ve milliyetçiliği çözemedi. Bu nedenlerden dolayı milliyetçiliği kabul ettiler. İslam evrenselliğini ispatlayabildi ve milliyetçilik sorununu çözüp milliyetçiliği kökten reddetti. İslam milliyetçiliği kaldırıp imanda kardeşliği/din kardeşliğini yerleştirdi.
Allah’u Teâla, insanlara kendisine kulluk etmelerini talep etmenin gerekçelerinin bir kısmını gösterdi. Çünkü bu suredeki tefsirini açıkladığımız 21. ayette Allahu Teâlâ’nın beyan ettiği gibi insanları yarattı ve ondan sonra onlar için hayli nimetleri halk edip meydana getirdiğini şöyle açıkladı:
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
“O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina (bir çatı) olarak kıldı. Gökten su indirip onunla size rızk olmak üzere ürünler meydana getirdi; artık Allah’a bile bile eş koşmayın.” (Bakara 22)

Allah’ın insanları yaratması en büyük nimettir. Bununla beraber yarattığı insanları yaşatmak ve rahatlatmak için birçok ve sayılamayacak kadar nimetler verdi. Yeryüzünü insanların üzerinde rahatça yürüyebilecekleri bir şekilde yarattı. İnsanın onun üzerinde yürüyebilmesi ve her işini yapabilmesi için belli bir şekle soktu. Yeryüzü küre olmasına rağmen insanlar onun üzerinde yürüyebilirler ve istediklerini yapabilirler. Yerçekimi kanununu yarattı. Bu kanun sayesinde insan yürüyebilir ve istediğini yapabilir. Nitekim Allah tüm eşyaları yarattığı gibi onlarla ilgili kanunlarını da yarattı. Gök mavi bir renkte bir çatı olarak gözüküyor. Oysa üzerimizde boşluk var ve bu boşluk içerisinde milyonlarca yıldız geziniyor. Misal olarak; ozon tabakası güneşin fazla sıcaklığından ve zararlı ışınlarından bizi korur. Ayrıca, arazileri sulamak için yağmuru yarattı. Denizler ve okyanuslardaki suyu yukarıya bir kanunla çıkartıyor ve bu su gökte belli bir yerde duruyor ve sonra bir kanunla onu arza indiriyor. Bu şekilde arz sulanmış oluyor. Değişik değişik meyveler yetişiyor, insanlar değişik yerlerde çeşitli rızk elde ederler. Yağmur yağmadığında insanlar yer altından su çıkartmaya, nehirlerden su almaya, deniz suyunu tatlı hale getirmeye çalışırlar ve meyvelerini sulamaya gayret sarf ederler. Allah’ın en büyük nimetlerinden birisi de yağmuru indirmesidir. Hatta yer altından, nehirlerden veya denizden su almaya çalışmaları kolay değildir. Meşakkatli ve yeterli olmadığı gibi her yere yetmez. Görüyoruz ki, bir yerde yağmur yağmayınca orada kuraklık meydana gelmekte olur suni sulama yeterli olmamaktadır. Bütün bunları Allah’u Teâla verirken nasıl olur da Ona eş koşulur?!. Akılsızlık değil midir? Sana iyilik yapmayanı nasıl üstün tutuyorsun? Veya nasıl ona teşekkür ediyorsun? Dahası nasıl ona kulluk ediyorsun?! Mademki, yalnız ve yalnız Allah bizi yarattı, yeryüzünü bizim için yaratıp döşedi, göğü yaratıp onu bizim için güzel bir çatı haline getirdi, evin çatısı gibi onunla bizi korudu, ondan yağmur indirerek bütün arazilerimizi suluyor, insanlar için değişik meyveler, sebzeler yetiştirtiyor… Bu durumda O’na hiç eş koşulabilir mi? Şu bir gerçek ki herkes O’na muhtaçtır. Bu nedenle şirk akılsızlıktan ve düşünmemekten kaynaklanıyor… Düşünen kimse müşrik olamaz. Nitekim Allah Celle Celaluhu bu ayetle ve benzeri ayetlerle düşündürüyor ki insanlar şirke düşmesinler, gerçek nimet sahibine kulluk ve teşekkür etsinler. O zaman herhangi bir beşerin kanununa uymak için meyletmezler. Eğer beşerin kanununa uyarlarsa ki o zaman ona kulluk etmiş olup Allah’a eş koşmuş olurlar. Bu ise, tam akılsızlıktır ve nankörlüktür. Yaratıcı olmayan, nimet veremeyen nasıl üstün tutulur ve onun emrine uyulur?!
Onun için, Allah insanlara diyor ki belki benim ilahlığımı, yaratıcılığımı ve nimetim hakkında şüpheniz yok, ama indirdiğim emirler hakkında şüpheniz var. Çünkü çoğu insan Allah’ın yaratıcılığını ve nimetini kabul eder, fakat indirdiği kitabı reddetmektedir