-41-
İsrailoğulları’nın Allah’ı açıkça görmekle ilgili istekleri:

وإذ قلتم يا موسى لن نؤمن لك حتى نرى الله جهرة فأخذتكم الصاعقة وأنتم تنظرون.(55) ثم بعثناكم من بعد موتكم لعلكم تشكرون.
“Bir zamanlar: Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, demiştiniz de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.
Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.” (Bakara 55-56)

Musa Aleyhisselam İsrailoğulları’na getirmiş olduğu mucizeler yetmiyormuş gibi yeni bir mucize istediler. İstekleri Allah’ı açıktan görmekti. Oysaki aklen Allah’ın varlığına inanan kimse böyle bir şey düşünemez. Çünkü akıl Allah’ın sınırlı olmadığına inanır. İnsan ise sınırlı bir varlıktır. Yine insanın duyu organları ve bütün güçleri de sınırlıdır. Bu nedenle, ancak sınırlı olan şeyleri görür ve hisseder. İnsan her şeyin sınırlı, muhtaç ve aciz olduğunu hissedince bir yaratıcının var olduğunu fark eder. Bu şekilde, insan Allah’ın aklın fevkinde olduğunu anlar. İnsanın aklı ancak sınırlı olanları ve hissettiği şeyleri düşünebilir. Duyu organları vasıtasıyla hissedilen vakıaları beyne nakleder ve bu şekilde önbilgiyle düşünmeye başlar.
Allah’ı görememek, imanı zayıflatmaz, aksine güçlendirir. Varlığı izlerinden değil de, direkt olarak hislerle müşahede edilenlerin sınırlı olduğunu anlarız. Çünkü gözümüz ve duyu organlarımız sınırlıdır ve ancak sınırlı olanı idrak edebiliriz. Allah’ın varlığını tasdik, kendimizin, tabiatın, kainatın aciz ve sınırlı olduğunu kavradıktan sonra doğar. Bundan dolayı, her şey aciz, muhtaç ve sınırlıdır deyince, sınırlı olmayan, aciz olmayan ve muhtaç olmayan bir güce ihtiyacımızın olduğu ortaya çıkar. Bizi yaratabilecek ancak O’ dur. Sınırlı olan yaratıcı olamaz. Bu sebeple bu asırda “yaratıcıyı göster inanayım” diyen bir kısım kafirler, İsrailoğulları’nın durumuna benzemektedirler. Bu kişiler derin ve aydın düşünmedikleri için böylesi akılsızlığı gösterirler. Yukarıda izah ettiğimiz gibi derin ve aydın düşünselerdi, bu akla girmeyen talepte bulunmazlardı.
Müslümanlar olarak bizler Allah’ı görme talebinde bulunmuyoruz. Böyle bir düşünceyi aklımızdan da geçirmiyoruz. Çünkü Müslümanlar olarak, Allah’ın sınırlı olmadığına şüphesiz olarak inandık ve kesin olarak tasdik ettik. “Aklımız ancak sınırlı olanları idrak eder ve görebilir” şeklinde de meseleyi telakki ettik.

Allah’u Teala İsrailoğulları’na varlığını ispatlamak için mucize gösterdi. Azametini görmeleri ve inanmaları için onları geçici olarak öldürdü ve diriltti. Allah Celle Celaluhu onlara bir şey daha ispatlamış oldu ki; oda Allah’ın varlığına inanmak için onu görme şartının olmadığıdır. İnsan bir varlığın izini hissederse onun var olduğuna inanır. İnsan görmeden bir uçağın sesini duyarsa bu uçağın var olduğuna inanır. Tarihte gelip geçmiş şahsiyetler, halklar ve olaylara günümüz insanlarının inandıkları gibi. Oysa onları görmediler, fakat onların izlerini gördükleri için onlara inandılar. Geçmişte yaşayan insanlara ait tarihi bir eser bulduğunda veya gördüğünde kişi bu eşyalardan hareketle insanların oralarda yaşadıklarını anlar.

İsrailoğulları ölümlerini kendi gözleriyle gördükleri gibi dirilişlerini de gördükleri halde Allah’a şükretmediler. Bu nimeti idrak eden kimsenin Allah’a sürekli şükretmesi gerekirdi. Fakat her insan böyle değildir. İnsanların çoğu nankördür. Bu nedenle, Allah’u Teala, “belki şükredersiniz” dedi. Hem de bu mucizeleri gördükten sonra. Allah’u Teâla’nın belki veya umulur ki demesi, bu şeyin devamlı gerçekleşmediğini gösterir. Fakat insanların çoğu gerçeği görseler bile inanmak istemezler, ne kadar nimetler elde ederlerse etsinler şükretmezler.İsrailoğulları’nında böyle bir tavır sergilediklerini surenin devamında ki şu ayette görürüz.

-42-

İsrailoğulları’na gökten yemeğin indirilmesi:

وظللنا عليكم الغمام وأنزلنا عليكم المن والسلوى كلوا مما رزقناكم وما ظلمونا ولكن كانوا أنفسهم يظلمون
“Ve sizi bulutla gölgeledik, size menn ve selva indirdik ve “Verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz” (dedik). Hakikatte onlar bize zulmetmediler ancak kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Bakara 57)

İsrailoğulları Allah’ı açıkça görmeyi Musa Aleyhisselam’dan isteyince, Allah Celle Celaluhu onları ölümle cezalandırdıktan sonra tekrar diriltti. Bu aslında onlar için büyük mucize ve nimettir. İsrailoğulları çölde aşırı sıcak karşısında şaşkınlık ve çaresizlik içerisinde iken Allah onlara bir nimet indirdi. Kavurucu güneşten korunmaları için onları bulutlarla gölgeledi. Ayrıca, onlar yemek isteyince Allah “menn” ve “selva” adlı yiyecek ihsan etti. Bu yiyeceğin ne olduğu hakkında müfessirler değişik görüşler belirttiler. Bunların bir kısmı “menninin” bir çeşit yiyecek, diğer kısmı bir çeşit içecek olarak tefsir ettiler. Bir kısmı da bunun bal olduğunu söylediler. “Selvanın” bir tür kuş olduğunu belirtenlerde vardır. Bizim için önemli olan bu yiyecek veya içeceğin ne olduğunu bilmek değil, bundan nasıl bir ders ve ibret almamız gerektiğidir. İsrailoğulları, bütün bu nimetlere karşı nankörlük gösterdiler ve bundan dolayı kafir ve zalim oldular. Bu nedenle, Allah’u Teala, bu ayette; “onlar bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı” buyurmaktadır. Çünkü insan kafir, fasık veya zalim olursa Allah’a bir zarar dokunduramaz. Zarar ancak insanın kendisine dokunur. Allah insanlara muhtaç değil ki, onların zararı kendisine dokunsun. Aksine, insanlar Allah’a muhtaçtırlar. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in sahabeleri, Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’den hiçbir mucize, yemek veya buna benzer dünyevî bir şey istemediler. Aç kaldılar ve eziyet gördüler. Buna rağmen Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e veya Allah’a isyan etmediler. Daha doğrusu, sabırlı oldular, taşı karınlarına bağladılar, müşriklerden birçok eziyet gördüler, öldürüldüler, işkence çektiler ve bütün müşrik Arap ve Yahudilere karşı durdukları halde İsrailoğulları’nın yaptıkları gibi hiçbir zaman yapmadılar. Kat’i bir şekilde inandılar ve sebatlık gösterdiler. Çünkü İslam’a aklen girdiler. Derin derin düşünerek ve aydın tefekkürle inandılar. Musa (as)’ın dinine giren İsrailoğulları’nın çoğu, aklen değil, duygusal olarak inandıkları için, bu dine girdikten sonra birkaç defa saptılar ve cezalandırıldılar. Musa Aleyhisselam’dan mucize, yemek, gölge, gökten bir sofra ve diğer dünyevi hususlar istediler. Bunlar verilmesine rağmen dinde sebatlık göstermediler, din uğrunda savaşmak istemediler, daha aşırıya gittiler. Peygamberleri kendi isteklerine uymazsa veya isteklerine göre davranmazsa onu öldürüyorlardı. Bir kıyaslama yapacak olursak, Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in sahabeleri ve o zamandaki Müslümanlar, Musa Aleyhisselam’ın arkadaşlarından ve İsrailoğulları’ndan üstündürler. Allah’u Teala Al-i İmran suresi 110. Ayette “İslam ümmetinin insanlara çıkarılmış en hayırlı ümmet” olduğunu bildirdi. Öyle ise, Müslümanlar bu değeri korusunlar. Ayette gösterildiği gibi ümmetin hayırlılığı “marufu emretmek” ve “münkeri nehyetmekle” tamamlanır. Marufu emreden onu uygular ve münkeri nehyeden ondan kaçınmış olur. Bunun manası, şeriatı uygulamaktır. Şeriatı uygulayabilmek için devlet gerekir. Bundan dolayı, ümmetin hayırlılığı ancak şeriatı uygulayacak devlet olunca tamamlanır. Maalesef bugün öyle bir devlet olmadığından, ümmetin halinin çok acı olduğunu görüyoruz.