KÖKLÜ DEĞİŞİM DERGİSİ İLE HİZB-UT TAHRİR VE DAVET ÜZERİNE RÖPORTAJ

– 1-

Köklü Değişim Yayınları’ndan çıkan “Devletlerarası Durumda Siyasi Boşluk” ve “Sünnet, Kur’an Gibi Tefekkür, Siyaset ve Teşri İçin Kaynaktır” kitaplarının müellifi Esad Mansur ile, Hizb-ut Tahrir ve davet çalışmaları bağlamında yapılan röportajın ilk bölümünü yayınlıyoruz:

-Takip ettiğimiz kadarıyla Türkiye’deki siyasi ve güncel meselelerle yakından ilgilisiniz. Sık sık soru cevap ve siyasi analizleri yayınlıyorsunuz. Türkçeye de vakıfsınız. Türkiye’ye ilginizin sebebi nedir? Sizi okuyucuya tanıtmak istiyoruz biraz kendinizden bahisle başlayalım isterseniz.

Filistin’de, Batı Şeria’da, Kudüs’ün kuzeyinde Azzun kasabasında doğdum. Aynı kasabada 1974’te erkek lisesi fen bölümünden mezun oldum. Fakat 8 yaşından itibaren siyasetle, fikirle, siyerle, tarihle ve fıkıhla ilgilenmeye başladım. Hatta ilkokulda iken çocuklara öğrendiklerimi anlatmaya başladım. Kur’an’ı okumaya ve ezberlemeye önem verdim. Bunun sebebi babam, arkadaşları ve bazı akrabalarımın Hizb-ut Tahrir’e mensup olmalarıdır. Bu benim ve onların üzerinde Allah’ın nimeti ve lütfudur. Onlar Hizb-ut Tahrir’e onun kuruluşunun ilk senelerinde katıldılar, İslâm davetini taşıyıp mücadele verirken sürekli Kur’an okuyor, siyerden, tarihten ve siyasetten bahsediyor, Osmanlı’nın şanlı tarihini anlatıyor, siyaseti takip edip analiz ediyorlardı. Sömürgecilere ve onlara bağlı zalim yöneticilere karşı siyasi mücadele veriyorlardı. Yöneticiler tarafından tutuklanıp zindanlara atılıyorlardı. Fakat cezaevinden çıkar çıkmaz yılmadan ve büyük cesaretle mücadelelerini sürdürüyorlardı, Allah’ı, Rasulü’nü ve O’nun uğrunda mücadeleyi kendi canlarından, eşlerinden, çocuklarından ve mallarından daha üstün tutuyorlardı.

Bunu hep görüyordum, yaşıyordum. İşte bu atmosferde ve ortamda yetiştim; ilim sahibi, âlim, siyasi, mütefekkir, cesur ve fedakâr dava adamlarının ortamı ve çevresinde büyüdüm. Ben babam ve arkadaşlarının çevresinden hiç ayrılmıyordum, küçük olmama rağmen hep onların toplantılarına katılırdım. 1968-1969’da Türkiye’de Hizb-ut Tahrir mücadelesinden söz ettiklerini hatırlıyorum. Hizb-ut Tahrir bildirilerini daima okurdum.

Onlar ırkçılık ve milliyetçiliği kabul etmiyorlar hatta Arap milliyetçilerine karşı büyük mücadele veriyorlardı. Müslümanların hepsi kardeştir düsturuyla, hiçbir zaman Türk, Kürt, Acem, Arap vs. ayrımı yapmıyorlardı. O zamanlar Suriye ve Irak’ta iktidar olan milliyetçi Baas partisinin mensuplarına, Mısır’da Nasır’ın milliyetçi taraftarlarına ve Arap Milliyetçi Hareketi’nin mensuplarına karşı amansız mücadele verdiler. Okulda ben de bu fikirleri taşıyordum ve tartışıyordum. Mesela ortaokul ikinci sınıfta tarih dersinde Türkiye konusu vardı. İngilizlerin çıkardıkları tarih kitabında Hilâfet’i yıkan Mustafa Kemal’den övgüyle söz ediliyordu. Osmanlı Devleti kötüleniyor ve bu devletin Arapları sömürdüğü ve ezdiği yazılıyordu. Tarih dersinde milliyetçi öğretmen bunu anlatırken, ben öğrencilere bunun yalan olduğunu söyledim. Osmanlı Devleti’nin İslâm Devleti ve bizim devletimiz olduğunu, hiçbir zaman sömürgeci olmadığını ve bu devletin bütün Müslümanlara eşit muamele yaptığını söyleyerek savundum.

Nitekim bazı yaşlı akrabalarım Osmanlı ordusuna mensup idiler, cihatlarını ve nasıl savaştıklarını anlatıyorlardı. Halife Abdülhamid’in adaletini övüyorlardı. Hatta Türk bir kadınla evli olan bir akrabam, Mustafa Kemal’in Filistin’i İngilizlere teslim etmesinin ihanetine şahit oldu, bizim kasabımızdan 24 km uzak olan Nablus şehrine yakın bir yerde Mustafa Kemal’in Türk askerlerini topladığını, onlara “Burayı terk edip Anadolu’ya döneceğiz!” dediğini bize anlatırdı. Benim dedem 1900 doğumludur; kasabamızın belediye başkanı idi, siyaseti kavrıyordu, Osmanlıları övüyordu ve ondan sonraki bütün sistemlerin bozuk ve hain olduklarını söylüyordu. 

Türkiye’nin İslâmi bir belde, halkının %99’unun Müslüman, Hilâfet’in son merkezi olduğunu okuyordum. Kâfirler ve dostları bu halkı asil tarihinden ve kültüründen koparmaya ve dininden uzaklaştıramaya çalıştılar. Siyasi ve fikrî saptırmada başarılı olsalar da halk dinine sımsıkı şekilde bağlı kaldı. Bu halkın tekrar onu uyanıp Hilâfet’i tekrar iade etme kabiliyetine sahip olduğunu idrak ettim. İşte bu nedenle Türkiye’ye ilgim çok arttı. Liseden mezun olduktan sonra üniversite tahsilimi yapmak üzere Türkiye’ye geldim. İstanbul’a vardığım zaman adresini aldığım Cerrahpaşa’da tıp okuyan hemşerim olan bir öğrencinin evine gittim. Eve girer girmez ve arkadaşlarıyla birlikte bize öğlen yemeği ikramında bulunup otururken konuşmaya başladık, onlar söylemlerimden beni anladılar ve Hizb-ut Tahrir’den olup olmadığımı sordular. Ardından Hizb-ut Tahrir’den olan komşularımız ile beni tanıştırdılar. O saatten itibaren Türkiye’de mücadelem başlamış oldu.

Bir dönem Türkiye’de bulunduğunuzu ifade ettiniz. Bu dönemde âlim, akademisyen, kanaat önderi sıfatını taşıyan çevrelerden birçok kimse ile görüşmeleriniz olmuş. Bu çevrelerin Hilâfet tartışmaları noktasında yaklaşımları nasıldı, bugün nasıl? Nereden nereye gelindi?

Evet, her alanda birçok âlim, akademisyen, kanaat önderi sıfatını taşıyan, yazar, gazeteci, bakan, milletvekili ve siyasi partilerin sorumlularıyla görüştük. İslâmcı kesimden olanlar genellikle Hilâfet’ten söz etmiyorlardı ama biz ondan söz ettiğimiz zaman karşı gelmiyorlardı, konuşmamızdan da etkileniyorlardı.

Bazıları “Aslında sizden öğrenip uyandık, yoksa daha önce hiçbir şey bilmiyorduk, kitaplarınızı ve neşriyatlarınızı okuduk etkilendik.” diyorlardı fakat akabinde rejimin zulmünden korkularını dile getiriyorlardı. 

Bizim dışımızdaki İslâm için çalışanlar genellikle şeriattan ve İslâm’dan söz ediyorlardı, Hilâfet kelimesini kullanmıyorlardı. Fakat İslâm veya şeriat nasıl gelir, nasıl uygulanır konusunda belli bir şey açıklamıyorlar, netlik ve vuzuh yoktu. İslâm ve şeriatı genel bir ifade olarak kullanıyorlardı. Onların söylemleri çoğu zaman bir slogan oluyordu. Bu söylemlerde hiçbir belirginlik yoktu, sanki iktidara gelmek için bu söylemler bir istismar olarak kullanılıyordu. Şeriat nedir, ahkâmı ve nizamları nedir? Nasıl uygulanır? Doğru dürüst cevap yoktu. Bir kısmı demokratik yolla gelip şeriatı uygulayacağız diyordu. Nitekim iktidara gelince şeriatın bir izini bile uygulamadılar, tersine askerlere uyup onların 28 Şubat kararlarını imzaladılar. Gençler çok heyecanlıydılar, bu şekilde gençlerin enerjisini boşa harcadılar. “Biz sizin gibiyiz ama sizin gibi çalışamayız, demokratik yol daha emindir, alttan çalışıyoruz, Yahudilerin çalıştıkları gibi çalışıyoruz!” diyorlardı.  Liderleri sıkışınca “Aslında biz de Hizb-ut Tahrir’in istediğini istiyoruz, fakat biz ‘kuşdilini’ konuşuyoruz!” diyerek bir aldatma yapıyordu. Bizden etkilenen gençlerine “Biz bozuk tankız, düşman bizi vurur, siz gerçek tankısınız, arkamızda sizi saklıyoruz, siz şeriatı getireceksiniz.” diyorlardı. Onlara tesirimiz artınca bu gençlerden biat almaya başladılar ki kendilerinden kopmasınlar. Aynı zamanda Hizb-ut Tahrirlilerle herhangi bir şekilde konuşmayı yasaklayan bir genelge yaydılar. Buna rağmen Hizb-ut Tahrir onlara ve sair Müslümanlara etki bıraktı.

Müslümanlar bunu bir merhale, bir tecrübe saydılar ve şimdi daha uyanık oldular. Hizb-ut Tahrir’in tesiri tecelli etti, birçok Müslüman fikirlerde belirginlik, vuzuh ve billuraşma istiyorlar, yuvarlak kelime ve genel konuşmaları kabul etmiyorlar. Bu nedenle İslâm sistemi Hilâfet artık kabul edilir oldu, buna dair kamuoyu oluşmaya başladı. Hilâfet’in detaylarını ve nizamlarını öğrenmeye başladılar. Özellikle Erdoğan ve AK Parti’yi bir tecrübe sayıp ondan ders almaya başladılar. Bunu da bir merhale saydılar ve bu merhale de yavaş yavaş geçiyor. Artık bundan sonra başka yeni bir tecrübeye girmek abestir. 18 senedir iktidarda olmak kâfi gelmez mi?! İktidarda olup her imkânı elde ettikten sonra İslâm’a doğru hiçbir adım atılmamışsa, daha doğrusu gerileme olmuşsa, her tür sapıklık yayılıyor ve sapık olanlar İslâm’a direk olarak dil uzatıyor ve sapıklıklarıyla övünüyorlarsa yeni bir merhale kabul edilemez. İktidarın Avrupa Birliği’ne girmek amacıyla düştüğü durumun vahametine bakın! Bunlara şahit olan bazı Müslümanlar aldatıldıklarını hissettiler, Hizb-ut Tahrir’in dediklerini hatırladılar ve Hilâfet’e talip olmaya başladılar. Şu sorular peş peşe zihinlerde belirdi: Hilâfet, bugün değilse ne zaman? Ve sen değilsen kimdir? Bütün bu imkânlara sahip iken senden başka kim kuracak? Bu sözler Erdoğan’ı hesaba çekmek mesabesinde veya onu teşvik etme mahiyetindeydi.

İşte, Hilâfet’e doğru önemli ilerlemeler kaydedildi, kamuoyu oluşmaya başladı, uyanıklık arttı, ciddiyetle çalışanlar çoğaldı ve Allah’ın izniyle hayırlı meyve elde edilecektir.

Bu çevrelerle diyaloglarınızda o dönemin atmosferini yansıtacak unutamadığınız anekdotlar ve hatıralarınız var mı? Okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Birkaç misal vereyim:

1979’da, MSP’de önemli bir sorumluyla bir yerde tanıştım, bizim konuşmamız ve fikirlerimizden etkilendi, muhakkak ki seni Erbakan’la görüştüreceğim dedi ve MSP’nin genel merkezine beni götürdü. Orada onların birkaç milletvekili ve eski bakan ve sorumlusu vardı. Erbakan bu toplantıya gelmedi ama bizi bir şekilde izlediği veya dinlediğini sonra öğrendim. Toplantıya katılanlarda bir kısmı dediğimizi tasvip ettiler ve küfür yönetimine katılarak demokratik yolla İslâm’ın gelmeyeceğini doğruladılar. Bir kısmı demokratik yolu savunurken hedeflerinin İslâm olduğunu ve demokrasinin sadece bir kılıf olduğunu söylediler.

Yine bir fakültenin dekanıyla tanıştık, bizim davamızla kaynaştı, Hilâfet fikrini benimsedi. Bunu nasıl meclise taşıyabileceğimizi izah ettim. Bu profesörün, ANAP camiasıyla ilişkisi iyi idi. Onlara bu fikri taşıdı, söylediğimizi gerçekleştirmek üzere ANAP’a mensup olan 100 milletvekiliyle konuştu, hiçbiri mecliste bunu gündeme getirmeyi kabul etmediğinden üzülerek onlara sert bir şekilde çıkıştı, partinin başkanı ve Başbakan olan Turgut Özal’la da görüştüğünü söyledi. Ona da sert bir dille çıkıştı. Özal’ın bencil olduğu, yalnız kendini düşündüğü, en büyük arzusunun cumhurbaşkanı olmak olduğu ve başka bir şey düşünmediği izlenimini bana anlattı. 

Başka bir sefer 1980’de darbeden beş altı ay önce 1978 de Ecevit Başkanlığında CHP azınlık hükümetinde Dışişleri Bakanı olan Prof. Gündüz Ökçün’le bir kardeşle beraber bir saat kadar görüştük, iç ve dış siyasi meseleleri değerlendirdik. İç ve dış siyaseti kavradığımızı anladı, NATO’dan ayrılmanın gerekliliğini söyledik. NATO’nun Türkiye’ye fayda vermediği görüşümüzü tasvip etti hatta katıldığı bir NATO toplantısında Batılı devletlerin Yunanistan’ı Türkiye’ye nasıl tercih ettiklerini bize anlatınca “İşte siz bunu hissediyorsunuz, öyleyse NATO’dan ayrılmak gerekir!” dediğimiz zaman şöyle dedi: “Biz Batı’ya mensup olduk, ondan kopmak istemiyoruz!” Kazıklansalar ve hiçbir fayda görmeseler hatta zarar görseler dahi Batı’dan ve NATO’dan ayrılmak istemiyorlar! Onunla fikren konuştuk, laikliği çürüttük “Biz laikliği kabul ettik, ondan vazgeçmeyiz!” dedi. “Ama siz Müslümansınız, bunu kabul edemezsiniz!” dediğimiz zaman “Babam hoca idi.” dedi. Hilâfet ve Hizb-ut Tahrir’i konuştuk, karşı geldi “Hizb-ut Tahrir Türkiye’de faaliyetine son vermeli!” deyince ona “Türkiye Müslüman memleketidir, halkı Müslümandır, bunu benimseyecek, laikliği ve cumhuriyet sistemini kaldıracak ve bununla beraber tekrar Hilâfet’i kuracağız!” dedik.

Birçok âlim Hilâfet davamızı tasvip ediyor fakat rejimin eziyetinden korkup bizi desteklemeden ve Hilâfet’e çağırmaktan çekiniyordu ama hizbin cesaretine ve fedakârlığına da gıpta ediyorlardı.  Bunlardan bir kısmı hâlâ yaşıyor, bir kısmı Allah’ın rahmetine kavuştu. Misal olarak rahmetli Sadrettin Yüksel hoca, Hizbin rahmetli emîri olan Abdulkadim Zellum’la tanıştığını ve ondan kitaplarımızı aldığını söyledi. Onu çok övdü, onun gerçek bir âlim olduğunu söyledi. Hilâfet’e çağırmasını ondan isteyince “Fatih Camii’nde yaptığım derslerde Hilâfet’ten söz ediyorum.” dedi. Hizb-ut Tahrir’i överken “Onun yayılması karşısında duran engel milliyetçilik ve vatancılıktır.” diye de ekledi. Ona bunun geçici, duygusal bir şey olduğunu, fikrimize karşı fazla duramayacağını, daha doğrusu bu halkın özüne döneceğini ve İslâm sancağını dün taşıdığı gibi yine taşıyacağını vurguladık.

Emniyet müdürlüğünde gözaltında bulunurken birçok polis memurunun huzurunda emniyet amiriyle Hilâfet’i tartışmaya başladık, bana şöyle dedi: “Bu millet ölüdür, sen mi dirilteceksin?!” Ona: “Bu millet ölü değildir, onun çekirdeği İslâm akidesidir, bu akideyi içinde canlandıracağız sonra nasıl canlı bir millet olacağını göreceksiniz!” dedim. Onun yardımcısı bana “Sen haklısın!” dedi.

Yine, büyük Kur’an tefsiri yazan ve kendi adını taşıyan yayınevi sahibi rahmetli Ali Arslan hoca, tefsirini yazarken onunla sık sık görüşüyordum. Rahmetli hizbin emîri Abdulkadim Zellum’la tanışmış hatta ondan ders almıştı. Bir seferinde bu hoca bana “Hizb-ut Tahrir hak üzerindedir ve Allah daha iyi bilir!” sözünü Arapça söyledi. Erbakan’la Hilâfet üzerine tartışmalarını bana anlattı.

Bazı kişiler şu anda yüksek makamlarda bulunuyorlar, onlarla konuşmuşluğumuz oldu, fikrimizi ve Hilâfet davamızı benimsetmeye çalıştık.

Kardeşlerimizin faaliyetleri az değildi, çok gayretleri vardı, temaslarını bize anlatıyorlardı, bazen onlarla beraber gidiyorduk. Hizb-ut Tahrir gençlerinin Hilâfet fikrini canlandırmak için ne kadar gayret gösterdiklerine Allah şahittir. Yeis ve ümitsizliğe kapılmadan, usanmadan ve eziyet çekerek hâlâ aynı ciddiyette bunu sürdürüyorlar. Sevapları zayi olmaz, amelleri boşa çıkmaz.

70, 80 ve 90’lı yıllarda İslâmi eğilimler taşıyan siyasilerin bugün geldikleri noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

1970’lerde, ne kadar sağ sol kavgası, anarşi varsa da İslâm duyguları çok güçlüydü. Genellikle İslâmcılar anarşi olaylarına katılmadılar, siyasi çalışmaya devam ediyorlardı. Biz her zaman anarşi ve tedhişe karşıyız. Sadece İslâm’ın gösterdiği siyasi ve fikrî mücadeleyi yürütüyorduk, hâlâ yürütüyoruz ve bu şekilde Hilâfet’i kuruncaya kadar devam edeceğiz.

Fakat İslâm’a zıt olan laik yönetime katılarak demokratik yolla İslâm’ın geleceğini savunanlar çoktu. Biz bunu çürütüyorduk, askerlerin buna müsaade etmeyeceklerini söylüyorduk. Onlar ise “Hayır, artık darbe zamanı bitti, bir daha darbe olmaz.” Diyorlardı. Biz bitmediğini ve her an Kemalistlerin darbe yapabileceğini söylüyorduk. Zaten gözüküyordu. Bir sene geçer geçmez 1980 12 Eylül darbesi oldu. Zira Kemalistler halka dayanmazlar, iktidarda kalabilmek için orduyu kullanırlar. Mustafa Kemal de darbeyle gelmişti, ezici çoğunluğun Hilâfet’in yıkılışını kabul etmemesine rağmen!

Biz demokratik yolu şer’î, siyasi ve vakıa açısından çürütüyorduk. Bu yolda giden partililer ve millet vekillerden bazıları bize şöyle dediler: “Bizi eleştirmeyin, biz sizden İslâm’ı, İslâm Devleti ve Hilâfet fikrini öğrendik, 1960’larda hepimiz sizin başlattığınız çalışmadan etkilendik, daha önce bir şey bilmiyorduk, sizin sayenizde uyandık ve İslâm için çalışmaya başladık. Ama bu yolu seçtik, çünkü bu yol kolay, tehlikeli değil, demokrasi kılıftır, sizin metodunuzu açıkça söylemeniz çok tehlikeli ama hepimiz aynı hedefteyiz.” Biz ise bunu kabul etmiyorduk ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metodunu anlatıyorduk.

1980 darbesinden sonra İslâmcı kesimde bizden başka çalışan yoktu. Biz bu darbeye karşı geldik, bildiri dağıttık, 1982’de askerler Anayasa tasarısını ortaya çıkarınca onu İslâmi açıdan çürüttük ve bunu beyan olarak dağıttık. Yine Hizb-ut Tahrir’in çıkardığı İslâmi anayasayı dağıttık. Çok yankı getirdi hatta darbecilerin başı ve sonra cumhurbaşkanı olan Kenan Evren bir konuşmasında şöyle dedi: “Beni imam (halife) yapmak istiyorlar, bak halta!”

1990’larda Hizb-ut Tahrir çalışmasında ilerlemeye devam etti, iyi gelişmeler ve tesiri oldu. 2000’li yıllarda daha fazla gelişmeye devam etti. Son on sene içerisinde nitelik ve sayı açısından çok gelişti ve arttı. Allah’a hamd olsun, Hizb-ut Tahrir ektiğinin semeresini toplamaya başladı. Artık Hilâfet’ten açıkça söz ediliyor, Hilâfet’e dair kamuoyu oluşuyor ve birçok Müslüman buna çağırmaya başladı.

Arkadaşlarla birlikte çok eziyet ve zahmetler çektik; hapis cezası, sürgün, işten ve okuldan atılma, sınır dışı edilme gibi şeyler gördük, hâlen de bu eziyet ve yargı zulmü devam ediyor. 1950’lerden beri hizbin mensupları Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, Sahabelerin çektikleri kadar çektiler. Allah onlardan razı olsun. Bugün Türkiye’de Hizb-ut Tahrir daha fazla kökleşmiş daha fazla kabul görüyor ve dolayısıyla da Hilâfet davasına daha fazla teveccüh ve yönelme oluyor. Müslüman halkımız onunla ve davasıyla kaynaşıyorlar. Ustaca idare ediliyor, hikmetle ve akıllıca sorunlar çözülüyor, ihlasla ve basiretle davet yükleniyor, tam bir fikrî ve siyasi uyanıklıkla mücadele yapıyor ve çalışma sürdürülüyor. Bu Allah’ın lütfu ve nimetidir. Allah bu hizble ümmet üzerine bir rahmet indirmiş sayılır. Hizb vardığı noktada durmuyor ve gelişmesiyle yetinmiyor, üslupları geliştiriyor, gençlerin fikrî ve siyasi seviyesini daha fazla yükseltmeye çalışıyor, mükemmelliğe doğru yürüyor. Ümmete, liderliğini kabul ettirmeye çalışıyor, ümmet yoluyla Hilâfet’i kurmaya gayret sarf ediyor.  

Diğer İslâmcılar geçmiş yıllarda çok heyecanlı ve coşkulu idiler, İslâm’ı demokratik yolla iktidara getireceklerini iddia ediyorlardı. Bugün ise demokrasiyi benimsemeye ve laikliğe meyletmeye başladılar. İslâm’ı iktidara getirmekten daha ziyade kendi şahıslarını getirmeye çalıştılar, iktidar oldular. Fakat başta Erdoğan olmak üzere onların icraatlarının İslâm’la hiçbir alakası yoktur. Hepsi İslâm’ı iktidara getireceklerini iddia ediyorlardı. Onlara “Hayır! Bu yolla İslâm’ı getirmeyeceksiniz, sadece şahıslarınız iktidara gelecek ve laik sistemi uygulayacaksınız!” diyorduk.

Bunun sebebi onların ideolojik ve akaidi olmamalarıdır. Onlarda sadece heyecan, coşku ve istek vardı. Kısa bir müddetten sonra veya zarar ve eziyet gördüklerinde veya yol uzadığında pes ederler, değişik bahaneler uydurarak İslâm’ı unutup demokrat olurlar ve laikliği uygulamakta beis görmez olurlar. İslâm’ı derin şekilde kavrayıp almadılar. Fikrî ve siyasi uyanıklıkları yoktu, iradeleri pek zayıftı veya samimi ve sadık değillerdi. Israrlı ve kararlı değillerdi. İslâm davasını ve Hilâfet’i ölüm kalım meselesi olarak benimsemediler. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dediği gibi “Ya Allah bu emri (İslâm’ı) hâkim kılar ya onun uğrunda ölürüm!” tutumunu edinmediler.  

Hizb-ut Tahrir’e yönelik “yarım yüzyıl geçmiş olmasına rağmen hedefine ulaşamadığı” şeklinde bir eleştiri yöneltiliyor. Siz böyle bir eleştiriyi nasıl cevaplıyorsunuz?

Hedef, İslâm hayatını yeniden başlatmak ve dünyaya İslâm davetini taşımaktır. Bunun metodu Hilâfet Devleti’ni kurmaktır.

Bunu gerçekleştirebilmek için davasını Hilâfet yapacak ideolojik bir hizbin kurulması gerekir. İlk başarı bunun kurulmasıdır. Hizb-ut Tahrir’in ilk başarısı budur. Bunun delili Âl-i İmran Suresi 104. ayet ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in uygulamasıdır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bizzat Müslümanlardan ideolojik bir hizb oluşturup örgütledi, küfür güçlerine karşı mücadele ederek onlarla İslâm Devleti’ni kurabildi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir örnektir. O’nun yaptığı gibi yapmak farzdır, O’nun metodundan kıl payı kadar ayrılmamak gerekir. Bu şer’î bir metottur, Allah’ın vahyidir, başka metodu takip etmek caiz değildir, tehlikelidir. Zafer gecikebilir; bu, Allah’ın elinde olan bir şeydir. Önemli olan düşüncede ve metotta herhangi bir taviz göstermemektir. Hizb bu hususlarda nice yıllar geçmesine, birçok eziyet, zahmet ve sıkıntı çekmesine rağmen hiç taviz göstermedi. Bu da pek önemli bir başarıdır.

İslâm adıyla çıkan diğer hizb, cemaat ve gruplar düşüncede ve metotta taviz gösterdiler, küfür sistemine katılarak demokratik yolu takip ettiler. İktidara geldiler, onlardan cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve birçok milletvekili oldu ama İslâm’ı iktidara getirmediler ve uygulamadılar, laik sisteme uyup küfür kanunlarını uyguladılar.

Hizb-ut Tahrir, düşüncesi ve metodu üzerinde sebat gösterdi. Ümmetin fikrî ve siyasi seviyesini yükseltti, onları uyandırdı ve uyanıklığını artırdı, ümmeti kalkındırmada büyük mesafe kat etti. Hilâfet düşüncesini diriltip yaydı ve bunun için kamuoyu oluşturdu. Hayli çok dava adamı, İslâm’a dayalı düşünür, siyasi, devlet adamı sıfatını taşıyan kimseler yetiştirdi, birçok Müslüman’a İslâm şahsiyetini kazandırdı, neticede büyük bir yol kat etti. Sömürgeci kâfir devletlerin planlarını ve ajanlarını teşhir etti, onlara olan güveni sarstı. Bunlar birer büyük başarıdır.

Zira bunlar ana hedefe ulaşmak için birer önemli çalışmadır ve birer hedeftir. Bunlar devlet kurmak için en önemli unsurlardandır. Böylece hükmen devlet kurulmuş oldu, onun pratik olarak kurulması kaldı. Hizb bunun karşısındaki engelleri kaldırmaya çalışıyor. Bu ise zaman meselesidir ve Allah’ın iradesinin tecelli etmesi meselesidir. Bu nedenle Hizb-ut Tahrir çalışmasında başarılıdır, doğru yolda devam etmektedir ve tren gibi, uzun mesafeleri kat ediyor, geri dönmüyor, istasyondan öteki istasyona geçiyor ve hep ilerliyor.

Hizb şu ana kadar devleti kuramadıysa da birçok ciddi denemeleri oldu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem vahiy ile destekleniyordu. Devleti kurmak amacıyla Mekke’ye gelen onlarca kabile temsilcisiyle temas edip onlardan nusret almaya çalıştı. Bu amaçla Taif gibi bazı yerlere gitti ve orada taşlandı ama durmadı, devam etti, nihayet Medine’den gelen temsilcileri kazandı, ilerde onların vasıtasıyla ve oraya gönderdiği temsilcisi, sağlam şekilde yetiştirdiği Musab bin Umeyr vasıtasıyla da devleti kurabildi. Hizb aynı şeyi yapıyor, çalışmasını geliştiriyor ve her yerde yayılıyor, Allah’ın izniyle bir gün bir yerde beklenmedik şekilde Hilâfet Devleti kurulacaktır.

Hilâfet’in kuruluşlarına karşı engellerin en önemlisi nedir?

En önemlisi rejimlerdir. Bunlar sömürgeci kâfir devletlerin bağımlıları, dostları ve müttefikleri oldular. Bu nedenle İslâm’ı uygulamak ve Hilâfet’i kurmak isteyenlerle savaşıyorlar. Onları terörist olarak saydılar, zulümlerine başkaldıran kendi halklarını bile ezdiler. Son Arap devrimlerinde apaçık şekilde bunlar belli oldu. Suriye’deki ümmet devrimini söndürüp katil laik rejimi korumak için birleştiler. Afganistan, Irak ve Somali’yi işgal etmede sömürgecilerin yardımcısı oldular. Onlara üs açtılar, hemen hemen her İslâm beldesinde bu düşmanların üssü oldu. Hiç utanmadan kâfirlerin pakt ve ittifaklarına girdiler, terörle savaşmak bahanesiyle kâfirlerin saflarına katılıp Müslümanlara karşı savaştılar. İşte bu yönetim ve yöneticilerin kâfirlerle işbirliği yapmaları Hilâfet’in kuruluşuna büyük engeldir.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem döneminde Mekke, Medine, Taif gibi Arap kabile ve devletleri genellikle bağımsızdı. O asırda en büyük devletler olan Pers ve Rum devletlerinin onların üzerinde tesiri yoktu. Şeybanoğulları, kabilesi Rasulullah’a dedi ki “Sana nusret veririz, seni başımıza, iktidara getiririz ama Persler haricinde bütün halklarla savaşırız. Zira Pers devletiyle iplerimiz, anlaşmamız vardır.” Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu kabul etmedi, onlara dedi ki: “İslâm bölünmez bir bütündür, tek bir cüzü dahi bırakılmaz, İslâm uğrunda bütün insanlarla savaşmaya hazır olacaksınız.” Şeyban kabilesi kabul etmeyince Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onları bırakıp nusret verecek başka kabileyi aramaya devam etti. Yemen’den gelen Kinde kabilesi şartla nusret vermek istedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den sonra yönetimin kendilerine ait olmasını istediler. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu kabul etmedi. Keza Sa’sa’ kabilesi aynı şeyi istedi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu reddetti. Kureyş, “bizim sistemimize ve dinimize dokunmazsan seni kral ve zengin yaparız” deyince Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem reddetti. Medine halkı cennet karşılığı biat etti ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem orada devleti kurabildi.

İçinde bulunduğumuz asırda yönetim ve yöneticiler böyle değildir. Hepsi İslâm düşmanı Amerika, Avrupa ve Rusya gibi sömürgeci kâfir güçlerle işbirliği ve müttefiklik yapıyorlar. Utanmadan ve övünerek bunu yapıyorlar ve onları dost kabul ediyorlar. Müslümanlara karşı onlarla beraber savaşıyorlar ve onların emirlerini yerine getiriyorlar. Kâfirler orduları kendi kontrolleri altına aldılar, subayları yöneticiler gibi kendilerine ajan olarak kazanmaya çalışıyorlar.

Buna rağmen, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dediği gibi bu ümmette kıyamet gününe kadar hayır vardır. Nusret verecek hayırlı kimseler elbet çıkacaktır, hatta çıktı. Ciddi denemeler oldu. Başlangıçta, zor engellerden dolayı yarım kalındı fakat ciddi denemeler devam etmektedir, Allah’ın izniyle olacaktır. Çünkü Allah’ın sözü ve Rasulullah’ın müjdesi vardır. Muhakkak bu söz ve bu müjde bir gün gerçekleşecektir.

Devam Edecek