Soru:
Istılah, örf ve âdet’in İslâm’daki yeri nedir? Kaynak olarak kabul edilebilir mi?
Cevap:
Bazı âlimler şu ayete dayanarak örfü bir delil olarak kabul ettiler:
[خُذِ الۡعَفۡوَ وَاۡمُرۡ بِالۡعُرۡفِ وَاَعۡرِضۡ عَنِ الۡجٰهِلِيۡنَ]
“Afvi yap veya al, örfü emret ve cahillerden yüz çevir.”[Araf Suresi 199]
Avf: Affetmek veya bağışlamak veyahut onların mallarından fazla kalanından bir şey almak.
Bu ayet Mekkîdir. Resulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem devlet kurmadan önce Mekke’de İslâm’a davet ederken insanların eziyetlerine karşı sabredip intikam almamayla veya karşılık vermemeyle emredildi. Zira metot fikrî ve siyasidir, maddi güç kullanılmaz. Ama İslâm Devleti’ni kurduktan sonra durum farklı oldu, cihad farzı kılındı, ceza hükümleri nazil oldu, devlet reisi olarak suç işleyenlere ceza verilmesi emredildi. İslâm Devleti’nin tebaası olanlara kim eziyet verirse, malına, ırzına ve haysiyetine dokunursa, kişilerin haklarını veya Allah’ın hakkını kim çiğnerse ve sınırlarını kim aşarsa cezalandırılmaya başlandı. Yine içeride ve dışarıda Resulullah’a ve dine dokunanlar da nerede bulunurlarsa bulunsunlar onlar cezalandırılmaya başlandı. Bununla ilgili birtakım ayetler indi.
Ayrıca, Allah Resulü’ne ileriye yönelik bir hususla ilgili hitap ederek İslâm Devleti kurulunca tebaasının işlerini yürütmek üzere bütçesinde fazla para kalmayınca Müslümanlara düşen mali vecibelerinden neyse ihtiyaçları dışında mallarından kalan kısımdan alma hakkını veriyor. Müminlerin ihtiyaçları varsa onlardan alınmaz. İslâm’dan önce devletler, Kureyş, Roma ve Pers şimdiki laik demokratik devletler gibi sürekli halklarından vergi topluyorlardı. Bu şekilde halklarına zulmediyorlardı. Bu nedenle bu ayette Allah,“avfi al” diyerek o zulmü nehyediyor. İslâm Hilâfet Devleti’ne, Müslümanlar üzerine düşen hak olarak kendi giderlerini kapatmak üzere tebaasının ihtiyaçları dışında fazlalıklarından alma hakkı verildi.
Örf, iyilik, maruf, çevrede tanınan, insanlar arasında bilinip kabul edilen fiildir, bir işin tekrar tekrar yapılarak âdet haline gelmesidir. Eğer birtakım insanlar arasında bir eylem tekrarlanarak âdet hâline gelirse ona örf denir. Asrımızda kamu örfünden söz edilmektedir, onu “topluma hâkim olan fikirdir” şeklinde tarif edebiliriz. Türkçede buna kamuoyu denilir. Ama Arapçada “el- örf el-amm” yani kamu örfü, genel örf denir.
Burada örfün manası iyiliğe davet etmek olur. Zira, ResulullahSallAllahu Aleyhi ve SellemMekke’deki Kureyş’in kabul ettiği âdetleri ve fiilleri ile karşı karşıya geliyordu, onların örflerini reddedip kötülüyordu. Aynı anda İslâm mefhumlarını örf hâline getirmeye çalışıyordu.
Bu nedenle “örfü emret” sözünün manası Allah’ın emirlerini emret, bunları tanıt ve örf hâline getir, şeriat hükümlerini topluma hâkim kıl, demektir. Zira kamuoyu örf gibi olup manası topluma hakim olan fikirdir. Resulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’de İslâm fikirlerine genel kamuoyu oluşturamadı, bu nedenle orada nusret ehlini kazanamadı. Medine’de Musab RadiyAllahu Anh vasıtasıyla İslâm’a kamuoyu oluşturdu ve arkasından nusret ehlini kazanabildi ve bu şekilde Resulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem orada İslâm Devleti’ni kurabildi. Tekrar İslâm Hilâfet Devleti’ni kurmaya çalışan Hizb, elemanları yetiştirme merhalesini bitirince ikinci merhalede İslâm fikirlerini halka kabul ettirip kamuoyu ve genel örf hâline getirmeye çalışır ve bunun arkasından nusreti kazanır ve Allah’ın izniyle Hilâfet’i tekrar kurabilir.
Istılah ise bir şeye ad vermek üzere bir grup insanın anlaşmasıdır. Her alanda; fizik, kimya, matematik, tıp ve sair alanlarda bahsettikleri şeylere dilden kelimeler seçip isim verirler.
Her memleket, her köyde veya şehirde belli manalara veya eşyalara birer isimler verirler.
Genellikle verdikleri isimler dildeki manaya yakın olur. Buna ıstılah denir. Misal olarak dilde siyaset atların işlerini yürütmektir. Daha sonra insanların işlerini yürütme manasında kullanılmaya başlandı. Buna örfi ıstılah denildi.
Bütün insanlar arasında örfi ıstılahlar vardır. Bunlar genel örf olduğu gibi her farklı alanda kendilerine has örfi ıstılah da vardır, belli alanlarda da özel ıstılah olur.
Misal olarak [شيخ] şeyh kelimesi dilde yaşı ilerlemiş olan kimse, yaşlı manasına gelir. Her alanda ıstılah lügat manasına yakın ama farklı şekilde kullanılır:
Mesela ilim alanında ilmen kendi alanında çok ilerlemiş kimseye şeyh denir. Buhari ve Müslim hadis ilminde pek ilerlemiş büyük adamlardır, ikisi aynı hadisi rivayet ederlerse “ravahuşeyhan” yani “iki şeyh onu rivayet etti” denir. Siyasette de büyük adama şeyh denir. Bu nedenle Ebu Bekir ve Ömer’e “şeyhan” denilir, “iki şeyh” demektir. Osmanlı Devleti’nde halifenin meşru olmasını onaylayan, halifeye fetva veren en üst âlime Şeyhu’l-İslâm adı verildi. Ezher Üniversitesi’nin başkanına şeyhu’l-ezher denir. Cami imamına şeyh denir. Bir hizbin başkanı âlim olunca şeyh deriz. Mesela Hizb-ut Tahrir kurucusu Şeyh Takkuyyüddin En-nebhani, onun helefi Şeyh Abdulkadim Zellum ve şimdiki emîri Şeyh Ata Ebu Raşta’dır.
Tarikat başkanına şeyh denir. Kabile ve aşiret reislerine şeyh denir. Şu anda bazı ülkelerde liderlere ve ileri gelenlere şeyh denir. Körfez memleketlerinde ileri gelen erkeğe şeyh ve kadına şeyhe denir. Yine Türkiye’de kıdemli yazar ve gazetecilere “Şeyhu’l-Muharrin”/yazarların şeyhi adı verildi. Amerika’daki senato meclisi Arapçaya “meclis-i şıyuh” (şeyhlerin meclisi) olarak çevrildi ve haberlerde hep bu şekilde geçmektedir.
İşte ıstılahi kelimeler, lügatte kullanılan bir kelime alınıp ona yakın bir manada başka yerlerde kullanılmaya başlanır. Örfi hakikat ıstılahtan bir parçadır.
Yine şeriatta kullanılırsa şer’î ıstılah, şer’î hakikattir denir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif’te bir kelime geçerse önce şer’î manaya bakılır. Eğer şer’î mana yoksa örfi manaya bakılır. Bu mana da yoksa lügat manasına bakılır. Çünkü Allah ve Resulü şeriatın ahkâmını göstermek üzere Arapça kelimeleri kullandılar. Misal olarak [الصلاة] “salat” kelimesi, dilde dua etmektir. Şer’î manada sucüd, rükû ve kıyamı kapsayan ibadete salat/namaz adı verildi. Zira namazda çok duada bulunduğundan dolayı bu ibadete salat/namaz adı verildi. Bu nedenle Kur’an ve Hadis’te salat kelimesi geçince akla ilk gelen şey şer’î manadır, bu ise namazdır. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
[وَاَقِيۡمُوا الصَّلٰوةَ وَ اٰ تُوا الزَّكٰوةَ وَاَطِيۡـعُوا الرَّسُوۡلَ لَعَلَّكُمۡ تُرۡحَمُوۡنَ]
“Salatı (namazı) ikame edin, zekâtı verin ve Resul’e itaat edin!”[Nur Suresi 56]
Bir ayette veya bir hadiste bu mananın olması mümkün değilse mecazi manaya gidilir. Bu da şer’î manadan bir parça olur. Ondan sonra örfi ve ondan sonra lügavi manaya gidilir. Misal olarak Allahu Teâlâ’nın şu kavlidir:
[اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓٮِٕكَتَهٗ يُصَلُّوۡنَ عَلَى النَّبِىِّ ؕ يٰۤـاَيُّهَا الَّذِيۡنَ اٰمَنُوۡا صَلُّوۡا عَلَيۡهِ وَسَلِّمُوۡا تَسۡلِيۡمًا]
“Şüphesiz ki Allah ve melekler Peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Peygamber’e salat edin ve ona tam selam verin!”[Ahzab Suresi 56]
Burada salatın namaz kılmak manasıyla geçmesi mümkün değildir. Başka ayetlerden ve hadislerden anlayarak bunun manası şöyle olur:
Allah’ın Resul’e salat etmesi veya getirmesi Allah’ın affı ve mağfiretidir. Meleklerin salat getirmeleri Resul için mağfiretle dua etmeleridir. Müminlerin bu duada bulunması talep edildi. Bu duanın sevabı kendilerine döner, bir Müslüman Resul’e salat getirince Allah onu bağışlar. Zira Allah bu ayette Resul’ün şanını yükseltmiştir.
Bir başka ayette başka manada geçti. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
[وَلَيَنۡصُرَنَّ اللّٰهُ مَنۡ يَّنۡصُرُهٗ ؕ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِىٌّ عَزِيۡزٌ اَلَّذِيۡنَ اِنۡ مَّكَّنّٰهُمۡ فِى الۡاَرۡضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوۡا بِالۡمَعۡرُوۡفِ وَنَهَوۡا عَنِ الۡمُنۡكَرِ ؕ وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الۡاُمُوۡرِ]
“Muhakak ki Allah kendisine (dinine) nusret verene (yardım edene) nusret verecektir. Şüphesiz ki Allah pek kuvvetlidir, izzet sahibidir. Onlar ki (dine nusret verenler) yeryüzünde imkân (yönetim) verince salatı ikame ederler, zekâtı verirler, marufu emrederler ve münkeri nehyederler. İşlerin akıbeti Allah’a aittir.”[Hac Suresi 40]
Burada salatı ikame etmek Allah’ın hükümlerini uygulamaktır, salat yönetime bir kinayedir. Bu da mecazdan bir parçadır. Zaten daha önce namazı kılıyorlardı, yönetime geçince namazı kıldırırlar ve namaz kılmayanlara ceza verirler, zekâtı toplayıp dağıtırlar, maruf olan Allah’ın emirlerini uygularlar, nehiylerini yasaklarlar. İşte dine sahip çıkanlar yeryüzünde Allah kendilerine imkân (yönetim) verince İslâm kanunlarını uygularlar. Hadisi-i Şerif’te bu manada da geçti. Resulullah sallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
[سَتَكُونُ أُمَرَاءٌ فَتَعْرِفُونَ وَتُنْكِرُونَ، فَمَنْ عَرَفَ بَرِئَ، وَمَنْ أَنْكَرَ سَلَمَ، وَلَكِنْ مَنْ رَضِيَ وَتَابعَ. قَالوُا أَفَلاَ نُقَاتِلهم؟ قَالَ: لا، ما صَلّوا]
“Öyle (münker işleyen) yöneticiler olacak ki (onların yaptıkları münkeri – sizden bu münkeri) tanıyan olacak ve inkâr eden çıkacaktır, kim (bunun münker olduğunu) tanırsa berî olur, kim (bu mükeri) reddederse kurtulur. Fakat kim buna rıza gösterirse ve tabi olursa müstesnadır (beri veya kurtulan değildir). (Sahabeler) dediler ki: Onlarla (münkeri işleyen yöneticilerle) savaşalım? Resulullah: Hayır, ancak salatı ikamet etmedikleri (İslâm’ı uygulamadıkları) hâldedir.”[Müslim]
Bu nedenle usûl-ü fıkıhta geçtiği gibi üç hakikat vardır: Lügavi (dil) hakikat, örfi hakikat ve şer’î hakikat.
Halk arasında şöyle adlandırmalar olur: Sadece dana, inek, koyun, kuzu, deve etlerini et olarak anlarlar. “Et aldım, sattım, yedim” denilince ıstılah olarak bunlar anlaşılır. Tavuk ve kuş için et sözcüğü kullanmazlar. Yine balık için de kullanmazlar. Oysa hepsi ettir. Başka bir misal, her kadın bir kızdır, fakat kız denilince bakire ve kadın denilince bakire olmayan anlaşılır. Burada insanlarla muamele yapılırken bunlara dikkat edilir.
Taktir ise örften ve ıstılahtan farklıdır. Taktir eşyaların ve cihetlerin kıymetini değerlendirmek, fiyatını biçmektir.
Malların fiyatları, işçilerin ücretleri, nafakaların ve mihirlerin miktarlarını tespit etmek taktir konusuna dahildir. Piyasa, insanların mali durumu, masrafları ve ihtiyaçları rol oynar. Buna binaen insanlar arasında anlaşarak kıymeti ve fiyatı tespit ederler. İhtilaf olunca bilirkişi çağırılıp değeri veya fiyatı tespit eder. Mali durum değişmesi, arz talep dengesinin değişmesi; arz az olup talep çok olması veya tersi olması veya hem arz hem de talep çok olması, böyle durumlar olması fiyatları tespit etmede rol oynar. Bunun âdet hâline gelen örfle alakası yoktur.
Şeriat alışverişi, bir ücrete karşı işçi tutmak ve bir karşılığa bir şeyi kiralamak gibi meselelerini helal kıldı, kadına nafaka ve mihir verilmesini erkek üzerine bir hak olarak kıldı. Bu konular hakkında şer’î hükümler gösterildi, fakat bunların parasal değerini tespit etmek insanlara bırakıldı. Bu her vakitte ve her yerde değişebilir.
Örf şer’î hüküm olamaz, o insanların tekrarladıkları âdettir veya toplumda herhangi bir fikir hâkim olursa örf olur. Bu nedenle bu insanların çıkardıkları şey olabilir. İslâm’dan gelirse şer’î delile binaen İslâmi davranış ve fikir olur, değilse İslâm’dan sayılamaz. Öyleyse insanların örfleri hakem ve hüküm şeriatça kabul edilemez, yoksa beşerî bir hüküm olur. Zira insanlar teşri edici olamaz, bu İslâm’a zıttır. Allahu Teâlâ bunu birçok ayette yasakladı. Sadece vahyettiğine uyulur, Resul’ün Rabbi’ndan gelen vahiy olan Kur’an ve Sünnet’e uyulur. Şöyle buyurdu:
[وَمَاۤ اٰتٰٮكُمُ الرَّسُوۡلُ فَخُذُوْهُ وَ مَا َنَهٰٮكُمۡ عَنۡهُ فَانْتَهُوۡا ۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ ؕ اِنَّ اللّٰهَ شَدِيۡدُ الۡعِقَابِۘ]
“Resul size neyi getirdiyse alın, neyi nehyettiyse onu bırakın. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah azap vermede şiddetlidir.”[HaşrSuresi 7]
İnsanların örfleri İslâm’la ölçülür, şeriattan kaynaklanırsa veya şeriat onları ikrar ederse kabul edilir. O zaman bu tekrarlanan âdetlerin şer’î delili vardır deriz.
İstihsanla ilgili gösterdikleri şu delili örfle ilgili de delil olarak gösterdiler:
[فما رأى المسلون حسنا فهو عند الله حسن]
“Müslümanların güzel gördükleri, Allah katında da güzeldir.”[İbni Hanbel]
Bu hadis-i şerif değildir, Resulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sözü değildir. Bir Sahabe’nin sözüdür; İbni Mesud’un sözüdür. İbni Mesud’un bu sözden maksadı mubah dairesinde Müslümanların gördükleri güzel şeyler Allah katında güzel olur, çünkü Allah mubah kıldı, onlara mubah dairesinde seçme hakkı verdi, en güzelini arayıp bulsunlar diye, Allah bunu seviyor. Yoksa ayetlerle ve Resulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadisleriyle çelişir.
Bu nedenle şu şer’î kaide çıkarıldı:
[ما حسنه الشرع فهو حسن، وما قبحه الشرع فهو قبيح]
“Şeriat neyi güzel gösterdiyse o güzeldir. Şeriat neyi çirkin gösterdiyse o çirkindir.”
Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
[اَفَحُكۡمَ الۡجَـاهِلِيَّةِ يَـبۡغُوۡنَؕ وَمَنۡ اَحۡسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكۡمًا لِّـقَوۡمٍ يُّوۡقِنُوۡنَ]
“Cahiliye hükmü mü istiyorlar? Oysa yakinen (kesin olarak) inanmış kimseler için Allah’ın hükmünden daha güzel hüküm yoktur.”[Maide Suresi 50]
[وَلَهُنَّ مِثۡلُ الَّذِىۡ عَلَيۡهِنَّ بِالۡمَعۡرُوۡفِ]
“Marufa göre kadınlar üzerlerine kocalarının ne hakkı varsa onların da kocaları üzerlerinde hakları vardır.”[Bakara Suresi 228]
Şeriat eşlerin birbirlerine karşı haklarını ve vecibelerini gösterdi. Maruf ise onların yaşadıkları çevreye göre -kadının kendisine lazım olan eşyalar, nafaka ve mihir gibi- tespit edilir ona verilir. Allah bunun takdirini insanlara bıraktı. Oysa nafaka ve mihir hakkı vardır ama bunun değerini takdir etmek yaşadığı çevreye göre bırakıldı, bazı yerlerde az bazı yerlerde çok olur.
[وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النَّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ]
“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit ya onları marufa (nafaka ve mihir gibi bilinen haklarına) göre tutun yahut marufa (nafaka ve mihir gibi vererek bilinen haklarına) göre bırakın.”[Bakara Suresi 231]
[وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ أَن يَنكِحْنَ أَزْوَاجَهُنَّ إِذَا تَرَاضَوْاْ بَيْنَهُم بِالْمَعْرُوفِ]
“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında marufa göre (çevredeki nafaka ve mihir üzerinde) anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın.”[Bakara Suresi 232]
[وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ]
“Onların marufa uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir.”[Bakara Suresi 233]
Buna benzer ayetlerde maruf örf demek değildir, şeriat kadının çevreye göre geçimini temin etmek, nafaka ve mihir vermek gibi kadının haklarını tayin etti. Fakat takdiri, bunun miktarını kadının yaşadığı çevreye göre yapılmasını gerektirdi. Boşanma olursa kadına mihri verilir, eğer daha önce tayin edilmemişse yaşadığı çevrede onun gibi kadınlar ne kadar aldıysa verilir. Buna mehr-il misil denilir, o emsaldir. İddet zarfında nafaka da çevreye göre takdir edilir.
İşte nafaka ve mihirle ilgili hükümler Allah’tan geldi, fakat bunun miktarı insanların yaşadıkları çevreye veya emsaline göre takdir edilir, miktarları tayin edilir.
Buna benzer başka ayetler bu manadadır. Bunlar örfe göre hareket etmek değildir. Hindistan’da kadın erkeğe mihir verir ve evi döşer. Onlardaki örf budur. Müslümanlar buna uyamazlar, zira ayetlerde görüldüğü üzere şer’îhükümde erkek bunları temin etmelidir. Batı’da kadın boşanınca boşayan kocası ömür boyunca ona nafaka verecektir, ancak kadın evlenirse veya boşayan kocası geliri kalmazsa istisna edilir. Müslümanlar buna uyamazlar. Kadın boşanınca mihri almamışsa alır ve nafakası iddet zarfında üç ay küsür nafaka verilir. Ondan sonra kadının başka hakkı yoktur.
İşte bazı âlimler bu delilleri göstererek örfü bir delil olarak gösterdiler. Oysa gösterdiğimiz gibi durum böyle değildir. Nitekim her memlekette örf farklıdır. O zaman insanların âdetlerine göre hareket edilecektir ve bu çok tehlikelidir. Şer’î hüküm örflere ve âdetlere hâkimdir. Şer’î hükme göre değerlendirilir; eğer şer’î hükme âdet olursa veya şer’î hüküm ikrar edip ona uygun gelirse kabul edilir. Âdet hiçbir şekilde muhakem değildir, hakem olamaz. İnsanların âdetleri şer’î hükme muhalif ise reddedilir. Asrımızdaki birçok yerde erkek ve kadın karışık olarak düğün yapılmaya başlandı, bir âdet hâline geldi, oysa bu haramdır, reddedilir. Müslümanlar aile içinde, aile arasında, akrabalar arasında, komşular arasında, işyerinde ve sair yerlerde muameleler ve alışverişlerde şer’î hükümlere göre davranırlar, zaman geçtikçe âdet olur ve böylece örf olur. Fakat Müslümanlar şer’î hükmü düşünerek hareket etmeliler, Allah ile alakayı idrak ederek hareket ederlerse sevap kazanırlar. Ama bunu düşünmeden sırf âdete ve örfe uyarak hareket ederlerse sevap kazanmazlar.
Esad Mansur