-180-

Allah’ın kendi diriltme gücünü İbrahim ve insanlara göstermesi:

Allah insanları nasıl düşündürür ve kendine inandırır?

Akide hangi delille ispatlanır?

İtminan sağalmak üzere görme isteği imanla çelişir mi?

أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَىٰ قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَىٰ عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىٰ يُحْيِي هَـٰذِهِ اللَّـهُ بَعْدَ مَوْتِهَا ۖ فَأَمَاتَهُ اللَّـهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ ۖ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ ۖ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ ۖ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَىٰ طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ ۖ وَانظُرْ إِلَىٰ حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِّلنَّاسِ ۖ وَانظُرْ إِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا ۚ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللَّـهَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ ﴿٢٥٩﴾وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَىٰ ۖ قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن ۖ قَالَ بَلَىٰ وَلَـٰكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي ۖ قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَىٰ كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا ۚ وَاعْلَمْ أَنَّ اللَّـهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ ﴿٢٦٠﴾

 “Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir köye uğradı; “Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!?” dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. “Bir gün yahut daha az” dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ayet (Allah’ın kudretine delil) kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum (inanıyorum) ki, Allah her şeye kadirdir, dedi. (259)

İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azizdir, hakîmdir, buyurdu.” (260)(Bakara 259-260)    

Allah kendi gücüne ve kendisinin her şeyi yapabileceğine dair başka bir delil gösteriyor. Birinci olayda İbrahim Aleyhisselam ile hükümdar arasında geçen tartışmada İbrahim Aleyhisselam tarafından Allahu Teala’nın gücüne delil gösterildi ve hükümdar şaşkınlığa düşürüldü. Fakat bu ikinci misalde; bir kişi yıkılmış bir köye uğradığında “Allah’ın bunu nasıl canlandıracağına” dair kendi kendine sorması üzerine Allah onu öldürdü. Yüz yıl sonra tekrar diriltti. Allah ona sordu: “Kaç yıl ölü olarak kaldın?”  o kişi; “bir gün kadar veya bir günden az” diye cevap verdi. Bunun manası gündüz sabaha doğru öldürüldüğü ve yüz sene sonra gündüz de akşam batmadan diriltildiği anlaşılıyor. Ne kadar öldüğünü hissetmeyince dirildiği zaman daha gün geçmediğini zannetti.  Allahu Teala ona yüz yıl ölü olarak kaldığını bildirdi.

Allahu Teala bu kişinin adını vermedi. Çünkü isim önemli değildir, önemli olan olaydır. Kur’an’da bazı olaylarda bazen isim verildi, çoğunda ise isim verilmedi. Bu köyün de ismi zikredilmedi. Fakat Allah bu kişi vasıtasıyla insanlara mucizeyi göstermek istediği için bu kişi sıradan biri olmamalıdır. Hem de ayetin sonunda bu kişi “Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanıyorum” dedi. Bu kişi bu yıkılmış köyü ve ahalisini Allah’ın nasıl dirilteceğini kendi kendine sorunca Allah’ın kudretini inkâr ederek sormuyor, yalnız köyün halinden şaşırarak söylemiş olma ihtimali vardır. Başka bir ifadeyle, söz gelişi mahiyetinde söylemiş olabilir. Zira insan böyle bir şey görünce Allah’a inanmayarak veya kudretini inkâr ederek değil şaşkınlıktan dolayı söyler. O kadar yıkım var ki, çatıların hepsi düşmüş, bunun manası duvarlar yıkık demektir, o zaman bu köy bitti, harap oldu, artık kimse onu inşa edemez. Köyün bu duruma gelmesi, deprem gibi büyük bir felakete uğramış olabilir. Bu şekilde Allah onu bir ibret olarak yıkım halinde bıraktı. Şimdiki gibi her sene dünyanın bir kaç yerinde deprem, sel, tayfun, yangın, patlama gibi büyük felaketler oluyor. Allah insanları düşündürüp kendisine döndürmek ister. Müminler hatırlayıp Allaha dönerler, tövbe ederler. Ama münafık ve kâfirler hiç tövbe etmezler, olay geçince sanki bir şey olmamış gibi davranırlar.

 Allah şöyle buyurdu:

اَوَلَا يَرَوۡنَ اَنَّهُمۡ يُفۡتَـنُوۡنَ فِىۡ كُلِّ عَامٍ مَّرَّةً اَوۡ مَرَّتَيۡنِ ثُمَّ لَا يَتُوۡبُوۡنَ وَلَا هُمۡ يَذَّكَّرُوۡنَ‏

 “Her sene bir veya iki kere fitneye uğradıklarını görmüyorlar mı? sonra hiç tövbe etmezler ve düşünüp hatırlamazlar!” (Tevbe 126)

Bu ayette fitnenin manası azaptır, musibettir. Her sene münafıkların başlarına bir iki büyük felaket, musibet, azap gelir. Buna rağmen tövbe etmezler ve azap kalkınca başlarına gelenleri unuturlar, eski hallerine dönerler, bir daha geleceğini düşünmezler, hiç ibret almazlar. 

ظَهَرَ الۡفَسَادُ فِى الۡبَرِّ وَالۡبَحۡرِ بِمَا كَسَبَتۡ اَيۡدِى النَّاسِ لِيُذِيۡقَهُمۡ بَعۡضَ الَّذِىۡ عَمِلُوۡا لَعَلَّهُمۡ يَرۡجِعُوۡنَ‏

“ İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde fesat ve kötülük yayıldı. Allah insanlar bundan vazgeçip kendine dönsünler diye işledikleri kötülüklerinin azabının bir kısmını kendilerine tattıracaktır” (Rum 41)

Bazı tefsir kitaplarında o kişinin ve köyün adı verilmiştir. Bunun kaynağının İsrailiyat (İsrail oğulları’ndan gelen hikayeler) olduğundan dolayı alamayız. Bundan dolayı sadece ayetin bize vereceği mesaj veya ondan çıkartacağımız hüküm veyahut alacağımız ders ve ibretler üzerine durup, bugünkü vakıamız üzerine indirmeye çalışırız.

Bu belde veya köy nekire lafzıyla geçti, marife lafzıyla geçmedi.  القرية (El- Kariye) demedi, قرية (karyeh) dedi. Arasındaki fark; nakire lafzı olan “karye” herhangi bir köy demektir. “El-kariye” ise marife lafzı olur. O zaman belli bir köy demektir. Yukarıdaki ayette El-kariye değil karye dedi. Yine kişi de nakire idi, herhangi bir kişi lafzıyla geçti. Kur’an-ı Kerim bunları nakire lafzıyla gösterdiği zaman belli olmayan kişi veya belli olmayan köy anlamına gelir. Bundan dolayı isimler üzerinde durmamızın bir anlamı yoktur.

Bu köy ve bu kişi bizim için belli değilse gerçekte onlar vardır. Çünkü Allah burada gerçek bir misal olarak verdi, bunun içeriği ve siyakından anlaşılmaktadır. Ama isimleri vermedi, insanların içeriği düşünmesini istediğinden dolayı isim vermek istemedi. Zira bazı insanlar fuzuli veya önemli olmayan şey üzerinde durup mefhumlar ve istenilen mesajı almaya çalışmıyorlar. Kehf suresinde kehf ehli meselesinde olduğu gibidir; İsrail oğulları oradaki mefhum ve mesajı almaya çalışmadılar, onların sayısını ve kaç sene kaldıkları gibi fuzuli sorular üzerinde durdular.  

Allahu Teala o kişiyi dirilttikten sonra ona; “yiyeceğine ve içeceğine bak hiç bozulmamıştır. Merkebine de bak, seni insanlar için bir ayet olarak göstereceğiz” dedi. Bunun manası; Allahu Teala bu kişiyi o halk için bir mucize olarak göstermiştir. Allahu Teala kendi gücünü göstermek için bu kişiyi öldürdü ve belli bir süre sonra diriltti. Allah insanları tekrar dirilteceğine dair bu kişiyi bir delil olarak o kişinin halkına göstermiştir. Kemiklerin tekrar nasıl bir araya getirilip can verildiğini göstermiştir. Önünde dirilttiği şeyin eşek olması gerek. Allah eşeği diriltirken, kemikleri yerlerine nasıl dizdiğini göstermiştir. Ondan sonraki ayette Allah İbrahim Aleyhisselam’a kuşları nasıl dirilttiğini göstermiştir.

 Allahu Teala önce kemikleri yaratıp daha sonra etle donatmıştır. Bu kişi; “Allah’ın her şeye kadir olduğuna kesin olarak inanıyorum” dedi.

Ayette  (أعلم)sözcüğü geçti. Bu kelime ilim kelimesinden türedi. Kur’an’ı Kerimde ilim kelimesi kesin şekilde inanmak manasında geçmektedir. Zira akide kesin inancı gerektirir. İmanın gerçekleşmesi için kesin delil gerekir. Zanni delil gösterilerek kişiye “iman et” denilirse çelişki olur. Zanni delile nasıl inanacaktır? Bu sebeple Allah’ın varlığına delalet eden deliller kesin akli delillerin olması gerekir.  Allah kendi diriltme gücüne bu kişiye kesin delille gösterince bu kişi cevaben Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanıyorum dedi. Buna göre akide için kesin delil gösterilir; eğer Allah’ın varlığı, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu ve Hz. Muhammed’in peygamberliği gibi aklen hissediliyorsa kesin akli delilleri göstermek gerekir. Eğer, eski peygamberler, melekler kıyamet günü, cennet ve cehennem aklen hissedilmeyen mugayyebetler gibi ise Kur’an’dan ve mütevatir hadisten kesin nakli delilleri göstermek gerekir. Ayrıca delalet, mana da kesin olmalıdır. Bu şekilde bütün Müslümanlar birleşir. Hepsi aynı akideye sahip olup aralarında ihtilaf çıkmaz. Delil veya delalet kesin değilse Müslümanların içtihatları ne kadar farklı olursa onların birliğini etkilemez. Aynen fıkıhta olduğu gibidir. İçtihatları birçok yerde farklı, fakat sorun çıkmaz. Hatta aynı mezhepte içtihatlar farklıdır, Müslümanlar benimsedikleri hükmü uygularlar, beraber namaz kılar, hac yapar, oruç tutar ve sair hükümleri farklı şekilde uygularlar.

İbrahim Aleyhisselam’ın inancında şüphe yoktur. Kendi asrındaki azgın olan hükümdarı korkmadan imana çağırdı ve onunla tartıştı. Yukarıda geçen tefsir ettiğimiz Bakara suresi 258. ayette bunu gördük. Hükümdara Allah’ın varlığına delalet eden delilleri gösterip, hükümdarı sıkıştırarak şaşkınlığın içerisine düşürdü.

Demek ki İbrahim Aleyhisselam’ın imanı pek güçlüdür. Fakat İbrahim Aleyhisselam meraktan Allah’ın nasıl ölüleri dirilttiğini görmek istedi. İnsan bir şeye merak duyunca kalbi o şeyi görünceye kadar huzur bulmaz. Zira İbrahim Aleyhisselam Rabbine; “inandım” dedi. Allah onun inandığını elbette biliyor. Bu nedenle onun talebine icabet ederek merakını ve şevkini/özlemini giderdi. Ona dedi ki; “dört kuş al, kes ve her dağa bir parça koy, sonra onları çağır…” Her kuşun parçaları bir araya gelerek aynı anda o kuşlar İbrahim Aleyhisselam’a yöneldiler. Böylece Allah ona bir mucize gösterdi. İnsan akıl yolu ile bir şeyi idrak ederse onun varlığına inanır. Fakat gözüyle o şeyi görerek idrak ederse kalbi tam itminanlı, huzurlu olur. Misal olarak; insan evladını kaybeder, sonra da bulunursa, bulunduğuna dair bütün deliller gösterilirse kanat getirirse kalbine itminan gelmek ve huzurlu olmak için görmek ister. Nitekim insan bir şeye inandıktan sonra da o şeyi görmek için özlem içerisinde bulunur. İnsan görmeden bir şeyi severse onu görmek için şevkli olur. Biz Allah’ın zaferinin geleceğine ve Hilafetin tekrar kurulacağına inanıyoruz. Fakat hep şevkli kalıp ne zaman kurulacağını hep kendi kendimize soruyoruz. Bu bizde şüphe bulunduğundan dolayı değil buna pek şevkli olduğumuzdan kaynaklanmaktadır. Aynen Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Selem ve sahabelerin; “Allah’ın zaferi ne zaman gelecek” dedikleri gibidir. (Bakara 214. ayete bakabilirsiniz.) Oysa Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Selem başta olmak üzere bütün sahabeler Allah’ın zaferinin geleceğine kesin şekilde inanıyorlardı. Fakat o zaferi en yakın zamanda görmek için çok şevkli ve meraklı idiler. Allahu Teala bu ayette onlara; “Allah’ın zaferi yakındır” diyerek kalplerine itminan ve huzur getirdi. Böylece meraklarını giderdi ve onları rahatlattı. İslam devleti kurulunca tam itminan ve rahatlık oldu. Müslümanlar Allah’ın vaatlerine inandıkları halde onların gerçekleşmesini ister, severler. Allah müminlerin halini şöyle vasıfladı:

وَاُخۡرٰى تُحِبُّوۡنَهَا‌ ؕ نَصۡرٌ مِّنَ اللّٰهِ وَفَـتۡحٌ قَرِيۡبٌ‌ وَبَشِّرِ الۡمُؤۡمِنِيۡنَ                             

“ Sevdiğiniz başka bir şey vardır; Allah katından bir zafer ve yakın bir fetihtir! (bunlarla) müminleri müjdele”. (Saf 13)                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

İşte İbrahim Aleyhisselam’ın isteğine bu açıdan bakılır. O zaten Allah’ın varlığına ve kudretine tam inanıyordu ve bunun için mücadele ediyordu. Hatta bu nedenle kafirler ona en ağır ceza vermek üzere ateşe atıp yakmak istediler.

Allahu Teala’nın İbrahim’e; “Allah’ın aziz ve hâkim olduğuna inan” demesi sırf bir te’kit ve pekiştirmedir. Çünkü ona bu mucizeyi gösterdi ve bu şekilde kendi kudretini tecelli ettirdi.

Allah azizdir; her şeye galip gelir ve kadirdir, hiç aciz olmaz. Ayrıca hâkimdir, hikmet sahibidir; her şeyi yaratırken ne için yarattığını bilir. Yarattığının mutlaka bir nedeni vardır fakat çoğu zaman nedenini göstermez. Bundan dolayı zekâmız ne kadar üstün olursa olsun Allah bize bildirmedikçe onun hikmeti ve kast ettiği nedenlerin olduğunu bilemeyiz.

Allahu Teala İbrahim Aleyhisselam’a mucizeyi gösterdikten sonra; Allah’ın her şeye kadir olduğuna ve bir şeyin sebebini açıklamasa bile onda bir hikmetin var olduğuna inanmasını istedi. Ama Allah veya Resulü hikmeti göstermese aklen uyduramayız. Sadece vakıada uygulananınca iyi neticelerini görürüz.

 İman et lafzının tekrar tekrar söylemesi te’kit ve pekiştirme babındandır. Zira genellikle Arapçada bir ifadenin tekrarlanmasından maksat; ya ifadenin içerdiği manayı vurgulamak, pekiştirmek ve te’kit etmek, ya da kavratmak veyahut bunun önemini göstermek için olur. Tekrarlamakta bu üç maksat burada geçerlidir; Allah kendi kudreti ve hikmet sahibi olduğunu hem pekiştirmek ve te’kit etmek istedi, hem kavratmak hem de bunun önemini göstermek istedi. Bazen ifadenin tekrarlanmasından maksat balagat ve edebiyatın güzelliğini göstermek te olabilir. Yine de bu maksat burada geçekleşmiş olur, ayetin manasına ve ahengine uygun geldi. Zira Allah’ın kelamı, Kuran benzeri olmayan üstün belagata sahiptir, insanlar onun benzerini söyleyemediler ve söyleyemezler. Arapça bilmeyen Müslümanlar Kurana tam ve kesin şekilde inanıyorlar. Fakat Arapça balagatına vakıf olan Müslümanlar bunu tam idrak ederler, direk hissederler, kalplerine tam itminan hasıl olur, ayetlerle daha fazla kaynaşır ve ruhaniyet güçlü olur. Nitekim içtihat ancak Arapçayla yapılabilir. Bu nedenle İslam Hilafet devleti her dili konuşmaya ve kullanmaya müsaade ederken Arapçayı resmi dil olarak edinecek ve her Müslümana ilk okuldan itibaren öğretecektir.