– 15 –
Bu ayetlerle şu hakikatleri beyan ederiz ve sorulara cevap veririz:
- Sapıklığı satın almak
- Kelamın manasını tahrif etmek
- Istılah ve terimler
- Müslümanların düşmanları
- Allah’a güvenip dayanmak
- Kâfirlere güvenmeyip dayanmamak
- Kalbin katılaşması
- Allah’a ve Resule itaat
- Dini maslahata yorumlamanın tehlikesi
- Kâfirlerle savaş
Ehl-i kitap nasıl sapıklığı satın alıyorlar? Kelamı nasıl tahrif ediyorlar? Allah terimler ve sözlerin manalarına önem verdi mi? Müslümanların düşmanları kimlerdir? Müslümanlar hangi terimleri kabul edebilirler? Allah kimlere yardım eder? Kâfirlere güvenip dayanmak caiz midir? Kalbin katılaşması nereye götürür? Allaha ve Resulüne itaat etmeyenlerin hükmü nedir? Dini maslahata veya menfaate göre yorumlayanların akıbeti nedir? Kâfirlere savaş ne zamana kadar devam eder?
اَلَمۡ تَرَ اِلَى الَّذِيۡنَ اُوۡتُوۡا نَصِيۡبًا مِّنَ الۡكِتٰبِ يَشۡتَرُوۡنَ الضَّلٰلَةَ وَيُرِيۡدُوۡنَ اَنۡ تَضِلُّوا السَّبِيۡلَ ؕ وَاللّٰهُ اَعۡلَمُ بِاَعۡدَآٮِٕكُمۡؕ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَلِيًّ وَّكَفٰى بِاللّٰهِ نَصِيۡرًا مِنَ الَّذِيۡنَ هَادُوۡا يُحَرِّفُوۡنَ الۡـكَلِمَ عَنۡ مَّوَاضِعِهٖ وَ يَقُوۡلُوۡنَ سَمِعۡنَا وَعَصَيۡنَا وَاسۡمَعۡ غَيۡرَ مُسۡمَعٍ وَّرَاعِنَا لَـيًّۢا بِاَ لۡسِنَتِهِمۡ وَطَعۡنًا فِىۡ الدِّيۡنِ ؕ وَلَوۡ اَنَّهُمۡ قَالُوۡا سَمِعۡنَا وَاَطَعۡنَا وَاسۡمَعۡ وَانْظُرۡنَا لَـكَانَ خَيۡرًا لَّهُمۡ وَاَقۡوَمَ ۙ وَ لٰـكِنۡ لَّعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفۡرِهِمۡ فَلَا يُؤۡمِنُوۡنَ اِلَّا قَلِيۡلًا يٰۤـاَيُّهَا الَّذِيۡنَ اُوۡتُوا الۡكِتٰبَ اٰمِنُوۡا بِمَا نَزَّلۡنَا مُصَدِّقًا لِّمَا مَعَكُمۡ مِّنۡ قَبۡلِ اَنۡ نَّـطۡمِسَ وُجُوۡهًا فَنَرُدَّهَا عَلٰٓى اَدۡبَارِهَاۤ اَوۡ نَلۡعَنَهُم كَمَا لَعَنَّاۤ اَصۡحٰبَ السَّبۡتِؕ وَكَانَ اَمۡرُ اللّٰهِ مَفۡعُوۡلًا
“Kitaptan bir nasip verilen kimseleri görmedin mi? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin doğru yoldan sapmanızı istiyorlar. (44). Oysa Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Veli olarak Allah yeter. Allah yardımcı olarak da yeter (45). Yahudiler kelimeleri manalarından saptırarak şöyle derler: “İşittik ve isyan ettik, dinlemeyene işittir.” Allah’ın dinine hançer saplamak maksadıyla dillerini eğip bükerek şöyle derler: “Ra’ina.” Keşke onlar şöyle deselerdi: “İşittik ve itaat ettik, bize işittir (dinleriz), bizi gözetle.” Böyle deselerdi kendileri için daha hayırlı ve doğru olurdu. Fakat Allah(c.c) onları kâfir olmalarından dolayı lanetledi. Onlardan çok az kimse dışında başkaları iman etmezler (46). Ey kendilerine kitap verilen kimseler! Yüzleri silip arkalarına çevirmeden ya da Cumartesi günü yasağını ihlal edenleri lanetlediğimiz gibi sizi lanetlemeden önce yanınızdaki Kitabı(Tevrat’ı) tasdik ederek indirdiğimize (Kur’an’a) iman edin. Muhakkak ki Allah’ın emri gerçekleşir”(47).
“Kitaptan bir nasip verilen kimseleri görmedin mi? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin doğru yoldan sapmanızı istiyorlar” (44).
Bu ayette Allah(c.c) Resulüne ehli kitabın gerçeklerini gösteriyor. Resulüne göstermek suretiyle bu gerçekler bize de gösterilmiş oldu. Çünkü Şer’i kaide şöyle diyor: “Resule hitap, ümmetine hitaptır. Ancak Resulün bazı özel durumları müstesnadır.” Allah(c.c) Resulüne ve Müslümanlara da İstinkari bir soru soruyor: “Kitaptan bir nasip verilen kimseleri görmediniz mi?” Bu tarz bir soru sayesinde, ResulullahSallallahu Aleyhi Vesellem’in ve Müslümanların dikkatleri, onların yaptıkları ve söyledikleri şeylere yöneltiliyor ve ardından da onlar hakkında önemli bir şey söyleniyor. İşte buna İstinkari soru denilir.
Bu soru, Müslümanları ehli kitaptan sakındırmak için soruldu. Ardından hemen onların gerçek yüzleri gösteriliyor:
“Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin doğru yoldan sapmanızı istiyorlar”. Oysa MuhammedSallallahu Aleyhi Vesellem’in hak olduğunu kesin olarak biliyorlar. Bakara Suresi 146. Ayet’te şöyle buyrulmuştur: “Kitap ehli olanlar kendi çocuklarını tanıdıkları gibi Muhammed’in Resul olduğunu bilirler. Onlardan bir grup kimseler bu gerçeği bile bile gizliyorlar.”
Sapıklığı satın alıyorlar: “Allah(c.c)’ın Resulüne indirdiği hidayet olan İslâm’ı reddederek sapıklığı satın alıyorlar. Nitekim İslâm dışında her din ve ideoloji sapıklıktır. Zira insanın çıkarttığı her sistem, din yada ideolojidir. Bunlar Müslümanları doğru yol olan İslâm’dan da saptırmak istiyorlar. Daha ziyade saptırıp kendilerine uydurmak istiyorlar. Sadece ehli kitap değil, diğer kâfirler de bizi dinimizden saptırmak ve kendileri gibi kâfir yapmak istiyorlar. Nisa Suresi 89. Ayette şöyle buyruluyor: “Kendileri kâfir oldukları gibi sizin de kâfir olmanızı istiyorlar. Bu şekilde küfürde eşit olursunuz.”
Fakat ehli kitap daha tehlikelidir. Zira kendilerine kitaplar geldi. Bu sayede bilgi sahibidirler. Kur’an’da geçen bazı meseleler, onların kitaplarında da geçiyor; fakat bu hakikatlerle oynayarak bir kısmını saptırdılar ve değiştirdiler. Bu nedenle insanları daha fazla ifsat edebilirler. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, ehli kitabın üzerinde daha çok durdu. Onlar bir çeşit münafıktırlar. “Bizde kitap sahibiyiz, biz de müminiz, biz de Âdem, Nuh, İbrahim ve sair nebilere inanıyoruz” derler. Ama bunlarla ilgili her şeyi saptırıyorlar.
Allah(c.c) şu ayette onların bizim düşmanlarımız olduklarını bildiriyor:
“Oysa Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir”.
Zira ehli kitap olsun yâda olmasın, bütün kâfirler Müslümanlara karşı birleşiyorlar. Bu asırda bunu görüyoruz. Ehli kitap olan Yahudiler Filistin’de Müslümanlara saldırıyorlar. Hristiyanlar haçlı seferlerinden beri Müslümanlarla savaşıyorlar. Lübnan’da, Bosna’da, Orta Afrika’da Hristiyanlar, Burma/Myanmar’da Budistler, Hindistan’da Hindular, Çeçenistan’da ve Rusya’nın diğer yerlerinde ve Suriye’de Hristiyan Ruslar. Çin’de komünistler, Irak, Afganistan ve sair İslâm memleketlerinde Amerika, Avrupa ve sair sömürgeci laik demokratik kapitalist devletler ve kuruluşlar İslâm’a ve Müslümanlara karşı askerî, fikrî ve iktisadî olarak savaşıyorlar. Hepsi de bizim doğru yoldan sapmamızı istiyorlar. Tıpkı ResulullahSallallahu Aleyhi Vesellem’in şu hadis-i şerifte dediği gibi: “Diğer milletlerin sizin üzerinize gelip saldırmalarına az kaldı. Hatta bütün yiyicilerin yemek tabağına saldırdıkları gibi saldıracaklar.”Sahabelerden birisi şöyle sordu: “O gün biz az mı olacağız?” Resulullah şöyle dedi: “Aksine siz o gün sel köpükleri gibi çok olacaksınız. Allah(c.c) düşmanlarınızın kalplerinden size karşı olan korkularını sökecek ve sizin kalplerinize Vehn(zaaflık) atacaktır.” Dediler ki: “Ya Resulullah! Vehn nedir?” Dedi ki: “Dünyayı sevmek ve ölümden nefret etmektir.”(Ebu Davut, İbniHanbel, Taylasi)
ResulullahSallallahu Aleyhi Vesellem bu hadiste Allah(c.c)’nin vahyiyle ümmetini düşmanların tümünden sakındırarak, onlara karşı tedbirlerini almalarını, ahireti düşünmekten vazgeçmemelerini ve dünyaya meyletmemelerini tavsiye ediyor. Aksi takdirde ölümden nefret etmeye başlayacaklarını söylüyor. Nitekim dünyayı seven kimse ölümü istemez ve ondan nefret eder. O zaman da Allah(c.c) uğrunda cihad etmeye hazır olmaz, İslâm ve daveti için fedakârlık göstermez. Bu durumda karşı taraf (kâfirler) bu durumu görünce, Müslümanların Vehn’li (zaaf içerisinde) olduklarını anlar ve saldırıya geçerler. Bu nedenle içinde bulunduğumuz asırda kâfirler her taraftan Müslümanlara saldırıyorlar. Müslüman memleketlerini yönetenler ise düşmanlara karşı Müslümanları savunmuyorlar. Üstelik cihadı da durdurdular. Bu da yetmezmiş gibi İslâm’da cihad, kıtal ve savaş yok dediler. Bununla da yetinmeyip düşmanlarla beraber Müslümanlara da saldırıyorlar; Afganistan, Irak, Suriye, Somali ve diğer beldelerde Kâfirlerin ittifaklarına katıldılar. Cihad eden ve İslâm için çalışanları da terörist olarak itham ettiler…
İşte Müslümanlar, bu hain liderlere ve Mü’minleri saptırmaya çalışan kâfirlere karşı mücadele ederken sadece Allah(c.c)’yi dost ve yardımcı edinirler. Yalnız Ona dayanıp tevekkül ederler. O güçlüdür; Müslümanları kâfirlere karşı sadece O galip getirir. Nitekim Allah(c.c) Talak Suresi 3. Ayette şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah kendisi için yeter.”
Yani Allah(c.c) ona yardım edecek ve zaferi gönderecektir. Fakat Allah(c.c)’ye yardım ederlerse, yani insanları O’na inandırmak için daveti yüklenirlerse, O’nun dinine sahip çıkıp hâkimiyetini savunurlarsa ve O’nun mülkü olan yeryüzünde şeriatını hâkim kılmak üzere devlet kurmaya çalışırlarsa, Allah(c.c) de onlara yardım eder.
Muhammed Suresi 7. Ayette Rabbimiz şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”
Allah(c.c)’nin dinine sımsıkı şekilde bağlanırlar, sadece O’nun ahkâmına uyarlar ve sadece O’nun dinini yüceltmek ve hayata hâkim kılmak için çalışırlar. Böyle yaparlarsa Allah(c.c) onlara yardım eder.
Aynı anda hiçbir taviz de göstermeyecekler. Allah(c.c) ve Resulü, ne emrettiyse onu yapacaklar ve neyi nehyettilerse ondan da uzak duracaklar. Nitekim Rabbimiz Hud Suresi 113. Ayette şunu bildirdi:
“Zalimlere dayanmayın, yoksa ateş size de dokunur ve Allah dışında bir dost ve yardımcı da bulamazsınız. Ondan sonra hiç zaferi göremezsiniz.”
Ehli Kitap’a (Yahudi ve Hristiyanlar), kapitalist ve laiklere ve sair kâfirlere dayanan kimseler, asla zaferi göremezler. Allah(c.c)’den yardım ve zaferi isteyen Müslümanlar, onların güçlerinden asla korkmamalıdırlar. Çünkü Allah(c.c)’nin gücü daha büyüktür. Allah(c.c)Al-i İmran Suresi 175. Ayette şöyle buyurdu:
“Şeytan sadece kendi dostlarını korkutur. Öyleyse onlardan korkmayın. Eğer gerçek Mümin iseniz sadece benden korkun.”
İşte Allah(c.c)’nin gücü Müminler için yeter. Allah(c.c) onları kâfirlere karşı değişik yollarla galip getirir. Zira göklerde ve yeryüzünde ne varsa O’nun mülkü ve askerleridirler. Fetih Suresi 4. ve 7. Ayetlerde şöyle buyurdu:
“Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O’nun askerleridir.”
Yarattığı her şeyi asker olarak kullanır ve Müminlere yardım etmek için bir şekilde kâfirlere karşı saldırıya yönlendirir. Kâfirlere şiddetli sıcaklık, şiddetli soğuk dalgası, fırtına ve rüzgâr gönderir, şiddetli yağmur indirir, deprem, zelzele ve tufan meydana getirir. Haşereler, çekirgeler, hastalıklar ve değişik afetleri kâfirlerin üzerine getirir. Onları birbirlerine düşürür ve birbirleriyle savaştırır vs. Böylece kâfirleri yenilgiye uğratır. Hendek savaşında İslâm devletine karşı birleşen Yahudiler ve müşrik Araplara şiddetli rüzgâr göndermiş ve onları yenilgiye uğratmıştı. Ayrıca kâfirlerin kalplerine de korku salar. Nitekim Yahudi kavim olan Nadir oğullarının kalplerine korku salmıştı da, bu nedenle onlar İslâm devletine teslim olmuşlardı.
“Yahudiler kelimeleri manalarından saptırarak şöyle derler: “İşittik ve isyan ettik, dinlemeyene işittir.” Allah’ın dinine hançer saplamak maksadıyla dillerini eğip bükerek şöyle derler: “Ra’ina.” Keşke onlar şöyle deselerdi: İşittik ve itaat ettik, bize işittir (dinleriz), bizi gözetle.” Böyle deselerdi kendileri için daha hayırlı ve doğru olurdu. Fakat Allah(c.c) onları kâfir olmalarından dolayı lanetledi. Onlardan çok az kimse dışında başkaları iman etmezler.” (46)
Allah(c.c) bunların, Kitabı değiştirerek kendi akıllarına göre yazdıkları, hakkı batılla karıştırdıkları, para karşılığında kitabın manalarını değiştirerek fetva çıkarttıkları, kelimelerin yerlerini değiştirdikleri ve manalarını saptırdıklarına dair yaptıkları oyunlarını birçok ayette gösterdi.
Nitekim Nisa Suresi 51, 150; Bakara Suresi 41, 42, 79, 85, 159, 174; Al-i İmran Suresi 77, 78, 98, 99, 100; Maide Suresi 13, 15, 41, 42, 61, 77 numaralı ayetler ve diğer muhtelif surelerdeki ayetlerde onları teşhir etti.
Onlar Kitap ehli oldukları için kibirlendiler; “biz işittik, biliyoruz, git diğerlerine işittir” dediler. Kendilerine işittirmenin veya hatırlatmanın lüzumsuz olduğunu söylediler. Nitekim onların kalpleri çok sertleşmişti de, ne kadar hatırlatma yapılırsa yapılsın asla dinlemiyorlardı. Allah(c.c) Maide Suresi 13. Ayette onların bu kötü halini şöyle gösteriyor:
فَبِمَا نَقۡضِهِم مِّيۡثَاقَهُمۡ لَعَنّٰهُمۡ وَجَعَلۡنَا قُلُوۡبَهُمۡ قٰسِيَةً يُحَرِّفُوۡنَ الۡـكَلِمَ عَنۡ مَّوَاضِعِهٖ وَنَسُوۡا حَظًّا مِّمَّا ذُكِّرُوۡا بِهٖۚ
“Misaklarını (verdikleri sözü ve yaptıkları anlaşmayı) bozduklarından dolayı onları lanetledik, kalplerini sert hale getirip katılaştırdık. Sözleri yerlerinden oynatırlar ve manayı değiştirirler. Bu nedenle kendilerine hatırlatılanları unuttular”.
İnsanın kalbi katı ve sert olursa, asla hakkı dinlemez. İnatçı ve kibirli olur. Kendisinin haklı olduğunu savunmaya ve hak olanı batıl gibi göstermeye çalışır. Allah(c.c) bunların İslâm’ı kabul etmeyeceklerini ve bu nedenle kalplerini hidayete açmayacaklarını bizlere bildirerek şöyle buyurdu:
اَفَمَنۡ شَرَحَ اللّٰهُ صَدۡرَهٗ لِلۡاِسۡلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُوۡرٍ مِّنۡ رَّبِّه فَوَيۡلٌ لِّلۡقٰسِيَةِ قُلُوۡبُهُمۡ مِّنۡ ذِكۡرِاللّٰهِ اُولٰٓٮِٕكَ فِىۡ ضَلٰلٍ مُّبِيۡنٍ
“Allah’ın göğsünü İslâm için açtığı kimse (ile diğeri bir olmaz). Bu kimse Rabbinden gelen nur içindedir. Allah’ın zikrine karşı kalpleri sert olanların vay hâline. Onlar apaçık dalalettedirler (sapıklıktadırlar).” (Zumer:22)
Namazlarında huşu içerisinde olan ve Allah(c.c)’ye karşı içlerinde korku bulunduran kimselerin kalpleri yumuşak olur. Allah(c.c)’nin zikrini veya ayetlerini dinleyince onların kalpleri titrer ve ürperir. Böylece imanları artar. Yani Allah(c.c)’ye bağlılıkları artar ve güçlenir, müminlere karşı merhametli olur, güçsüz insana yardım ederler. İslâm için canları ve mallarıyla fedakârlık göstermeye hazır olurlar. Allah(c.c)Enfal Suresi 2-4. ayetlerde gerçek Müminleri şöyle niteliyor:
اِنَّمَا الۡمُؤۡمِنُوۡنَ الَّذِيۡنَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتۡ قُلُوۡبُهُمۡ وَاِذَا تُلِيَتۡ عَلَيۡهِمۡ اٰيٰتُهٗ زَادَتۡهُمۡ اِيۡمَانًا وَّعَلٰى رَبِّهِمۡ يَتَوَكَّلُوۡنَ الَّذِيۡنَ يُقِيۡمُوۡنَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقۡنٰهُمۡ يُنۡفِقُوۡنَؕ اُولٰۤٮِٕكَهُمُ الۡمُؤۡمِنُوۡنَ حَقًّا لَهُمۡ دَرَجٰتٌ عِنۡدَ رَبِّهِمۡ وَمَغۡفِرَةٌ وَّرِزۡقٌ كَرِيۡمٌ
“Müminler muhakkak şunlardır: Allah’dan söz edilince kalpleri ürperir, ayetleri okununca da imanları artar ve Rablerine tevekkül ederler. Onlar namaz kılarlar. Onlara verdiğimiz rızıktan (Allah(c.c)’nin uğrunda) harcarlar. İşte bunlar hakikaten gerçek müminlerdir. Rableri yanında dereceleri yüksektir. O’nun tarafından onlar için mağfiret ve değerli rızık vardır.”
Ama Ehli kitap öyle değillerdir. Allah(c.c) onlar gibi olmamamız için bizleri şöyle sakındırıyor.
اَلَمۡ يَاۡنِ لِلَّذِيۡنَ اٰمَنُوۡۤا اَنۡ تَخۡشَعَ قُلُوۡبُهُمۡ لِذِكۡرِ اللّٰهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الۡحَـقِّۙ وَلَا يَكُوۡنُوۡا كَالَّذِيۡنَ اُوۡتُوا الۡكِتٰبَ مِنۡ قَبۡلُ فَطَالَ عَلَيۡهِمُ الۡاَمَدُ فَقَسَتۡ قُلُوۡبُهُمۡ وَكَثِيۡرٌ مِّنۡهُمۡ فٰسِقُوۡنَ
“Müminlerin kalplerinin Allah’ın zikri ve indirdiği hak için huşu etmesinin ve ehli kitap benzeri olmamalarının zamanı gelmedi mi? Zaman uzadıkça ehli kitabın kalpleri katılaştı. Onların çoğu fasıktırlar.”(Hadid:16).
Bu nedenle ehli kitaptan olanlar Allah(c.c) den korkmazlar. Bakara suresinde 80. ayette 111. Ayette geçtiği gibi kendilerini cenneti garantilemiş sanırlar, ne yaparlarsa yapsınlar Allah’ın onlara azap etmeyeceğini, eğer azap edecekse sadece bir kaç gün azap edeceğini iddia ederek Al-i İmran 24. Ayette geçtiği gibi kendi dinleriyle mağrur oldular ve istedikleri iftiraları atmaya başladılar. Yine de “Biz Allah’ın çocuklarıyız ve O’nun sevgilileriyiz” diyerek Allah’a iftira ettiler (Al-i İmran:18).
Bu nedenle kolaylıkla kitaplarını değiştirmeye cüret ettiler. Allah’ın kelâmının manalarını değiştirdiler.
Müslüman olduklarını iddia eden kimseler arasında o kâfirlere benzeyenler de çıktı. Kur’an’ı değiştiremediler fakat manalarını bozmaya çalıştılar ve zalim yöneticiler hesabına sahte fetvalar çıkarttılar. Bir kısmı da Hadis-i Şerifi inkâr edip Kur’an’ın manalarıyla istedikleri gibi oynamaya başladılar.
Ehli kitap, Müslümanların Resulullah’a hitap ederken رَاعِنَا (Ra’ina) sözünü kullandıklarını duyunca, bu kelimeyi kullanmaya başladılar. Bakara Suresi 104. Ayette bunu anlatmıştık. Ayetlerin ve konuların benzerliğinden dolayı ve okuyucuların faydasına da olacağı için, daha önce anlattığımızı tekrar burada aktarmak istiyoruz. Şöyle demiştik: Müminler “Ra’ina” sözcüğünü kullanıyorlardı. Bunun manası; gözetlemek, kollamak anlamına gelmekteydi. Fakat Yahudiler bu sözcüğü başka manada kullanmaya başladılar. Bu sözcüğün Arapça telaffuzunu az miktarda değiştirip kötü mana taşıyan bir sözcük haline getirerek kullanmaya başladılar. Ayrıca “Esselamu Aleyküm” cümlesinin bir harfini değiştirmek suretiyle cümleyi kötü manaya çevirerek “Esse’amu Aleykum” şeklinde telaffuz etmeye başladılar. Bunun manası; “Size ölüm olsun” demektir. İşte “Ra’ina” kelimesini de, buna benzer kötü bir manada kullanmaya başladılar.
ResulullahSallallahu Aleyhi Vesellem müminlerden kelimeleri kullanımlarında dikkatli olmalarını istedi. Allah resulüSallallahu Aleyhi Vesellem başka mana taşıyabilecek kelimelerin, sözcüklerin, ıstılahların, terimlerin ve ifadelerin kullanılmamasına dikkat çekmiştir.
Bu asırda sosyalizm, demokrasi, hürriyet, insan hakları, dinler arası diyalog, cumhuriyet vs. gibi kelimeler yaygın bir halde kullanılmaktadır. Günümüzde Allah(c.c) ve Resulü’nün nehyine kulak vermeyenler, bu ve benzeri kelimeleri İslâm’a dayandırmaya çalışıyorlar. Bunlar İslâm’a zıt oldukları için reddedilir. İslâm’daki mefhumu aynı olup manası İslam’la çelişmeyen kelimelerin kullanılmasında bir beis yoktur. Misal olarak, “ekonomi” yabancı bir terim ve lafızdır. Yunanca ’da manası; “evin geçimini sağlamaktır”. Bu kelime daha sonra gelişip “devletin gelirinin nasıl tahsil edileceği ve harcamaların nasıl yapılacağı” mefhumunu taşıyan bir kavram haline geldi. Bu manada bir kullanış İslâm’da mevcuttur.
İslâm devletinin gelir ile ilgili siyaseti vardır. Ekonomi kelimesi, İslâm’da “iktisat” manasındadır. İslâm’la çelişen hiçbir tarafı yoktur. Bazı Müslümanlar geçen asrın elli ve altmışlı yıllarında, yani sosyalizmin parlak olduğu dönemlerde; “İslâm’da sosyalizm vardır” demeye başladılar ve ardından kitaplar yazdılar. Oysa sosyalizm İslâm’la çelişmektedir.
Bugün ise demokrasinin propagandası yapılmakta ve bir takım Müslümanlar da “İslâm’da demokrasi var” diyerek kitap ve makaleler yazmaktadırlar. Oysa demokrasi; “halkın hâkimiyetidir”. Bu nedenle, her konuda insanlara hürriyet tanınır. Bu yüzden, demokrasi terimi İslâm’da yoktur; küfürdür, onunla çalışmak haramdır. “Hürriyet” terimi köleliğin tersidir. Fakat batıdaki hürriyet terimi; “iradeyi mutlak şekilde kullanmak” manasındadır. Nitekim İslâm’da insanların hâkimiyeti yoktur. İnsana hürriyet verilmez. Her insan Allah(c.c)’nin kulu ve kölesidir. Allah(c.c)’nin emir ve nehyi ile bağımlı ve kayıtlıdır. Bu nedenle batıdaki hürriyet mefhumunu kullanmak haramdır. Ondan istifade etmek için dahi ona çağırmak haramdır. Bu şekildeki bir hareket, insanların sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları batıl kanun ve düzenleri meşru gösterip, Allah(c.c)’nin emirlerini ve yasaklarını tanımamayı içerir ki, bu küfürdür. Batıda yerleşik dört temel hürriyet anlayışı vardır:
1- Şahsi hürriyet: İnsan istediğini yapar ve yapmakta serbesttir.
2- Görüş ve fikir hürriyeti: İnsan istediği fikri ve görüşü söyleme özgürlüğüne sahiptir.
3- Mülk edinme hürriyeti: İnsan istediği şeyi, istediği yolla mülk edinir.
4- İnanç hürriyeti: İnsan istediği dine girer ve istediği zaman da o dinden çıkar.
İşte, temel ve genel hürriyetler bunlardır. Bunlar İslâm’a taban tabana zıttır. Müslüman, şahsında, fikrinde, mülk edinmesinde ve inancında İslâm’a bağlıdır. Bu bağlamda insan için hürriyet diye bir şey yoktur.
Cumhuriyet, “çoğunluğun hâkimiyetidir”. İslâm ise, çoğunluğa ve azınlığa itibar etmez. İslam’da yalnız şer-i hükümlerin hâkimiyeti vardır. Devlette Halife, halkın çoğunluğunun görüşlerini değil, bilakis sadece şer-i hükümleri uygular. Bu sebeple İslâm’da Hilâfet sistemi vardır. Müslümanlara şeriatı uygulayan yöneticiye de Halife denir. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bu sisteme Hilâfet sistemi adını verdi. Buna göre, cumhuriyet İslâm dışı bir rejimdir ve cumhuriyet sistemine inanarak çağırmak ise küfürdür.
İnsan hakları da temel hürriyetler kapsamında yer alan batıl bir ifadedir.
Dinler arası diyalog ise; diğer dinleri batıl görmeme ve onlarla ortak noktayı bulmak demektir ve böyle bir düşünce İslâm davetiyle çelişmektedir. Zira İslâm diğer dinleri nasıl batıl sayıyorsa, aynı zamanda bu dinlere mensup olan kişilerin bu dini terk edip, hak din olan İslâm’a girmelerini de istemektedir. Müslümanlara da bu daveti yapmayı farz kılmıştır. Bu nedenle dinler arası diyalog terimini kullanmak veya ona çağırmak haramdır. Diğer dinlerin mensupları mümin olarak saymak küfürdür. Zira Allah Müslümanlar dışında herkesi kafir saymıştır.
Bu ayete binaen kullandığımız terimlere çok dikkat etmeliyiz. Nitekim her kelime ve her terimin birer mefhumu vardır. İnsan bir kelime ve terime inanırsa, onun mefhumuna göre düşünür ve amel eder. Müminler kâfirlerin kullandıkları terimleri asla kullanmamalıdır. Ayette Allah’uTeala; “Ra’ina” sözcüğünü kullanmayın, “Unzurna” sözcüğünü kullanın demektedir.
Demek ki sözlerin ehemmiyeti çok büyüktür. Allah’uTeala kendisine karşı Yahudilerin tutumlarını gösterirken müminlerin kendisini dinlememelerinden sakındırıyor. Bugün birçok Müslüman bu hususta Allah’ı dinlememekte ve kâfirlerin kullandıkları İslâm’a zıt olan sözcükleri kullanmaktadırlar. Bunun vebali bütün Müslümanların üzerindedir. İslâm kültürünü ve fikirlerini böylelikle alt üst ederek, doğru kalkınmayı ve kavrayışı engellemektedirler.
Allah’uTeâla müminlere kâfirlerin cehennemlik olduklarını anlatıyor. Yani “Onlara uymayın, çünkü onlar için şiddetli azap ve cehennem vardır. Siz onlara uyarsanız sizi de cehenneme götürürler.” denmektedir.
Şu gelecek ayette ise kâfirlerin müminler için hayır istemediklerini ve aksine Müminleri helaka götürmek istediklerini pekiştirmektedir.
“Bu kâfirler dine hançer saplamak için kelimelerle oynuyorlar.” Dediğimiz gibi eğer mana değiştirilirse mefhum da değişir. İnsan mefhumlara göre hareket ettiği için, mefhumları değiştiğinde onun hareketi ve davranışı da değişir. Bu nedenle Müslümanlara İslâm’ın doğru mefhumlarını anlatmak ve kavratmak en önemli görevimizdir. Çünkü onlar ancak doğru mefhumlarla kalkınırlar ve bu sayede tekrar en büyük devlet olurlar. Kâfirler bunu idrak ettikleri için yerel dostlarıyla, fasık, münafık ve kalbi hastalıklı olanlarla beraber Müslümanların zihinlerini bulandırmaya ve onları haktan saptırmaya çalışıyorlar. Onlara küfür fikirlerini kabul ettirmeye çalışıyorlar. Ayrıca haramı helal kılıyorlar, hakkı batıla çeviriyor veya birbirleriyle karıştırıyorlar.
Allah’uTeala onlara şöyle dedi:
“Keşke onlar şöyle deselerdi: “İşittik ve itaat ettik, bize işittir (dinleriz), bizi gözetle. Böyle deselerdi kendileri için daha hayırlı ve doğru olurdu. Fakat Allah onları kâfir olmalarından dolayı lanetledi. Onlardan çok az kimse dışında başkaları iman etmezler.”
Onlar inadına “işittik ama isyan ettik” dedikleri halde onların yaratıcısı Allah(c.c) rahmetinden ötürü onlara diyor ki “keşke bunu demeselerdi ve işittik ve itaat ettik deseler.” İşte o zaman onları ödüllendirecekti. Onlar için daha hayırlı ve doğru hareket olurdu. Ama Allah(c.c)’ın emirlerini reddettiklerinden dolayı kâfir ve lanetli oldular. Allah(c.c)’ın emrini reddeden kâfir olur, İblis gibi olur. Nitekim şeytan Allah(c.c)’a inandığı halde Allah(c.c)’nin emrini reddetti ve O’na isyan etti. Böylece kâfir oldu. Fakat bir insan Allah(c.c)’ın emrini reddetmiyorsa; kabul ediyor, fakat bir zaaflıktan dolayı uygulamıyor yada uygulamayı istiyor ama gevşeklik gösteriyor veya diğerlerinden korkarak yapmıyorsa, bu kâfir sayılmaz günahkâr bir Müslüman sayılır.
Oysaki bunların çoğu kâfir oldular. Allah(c.c)’a inandıklarını iddia ettikleri halde O’nun emrini reddediyorlar. Birçok laik ve demokrat onların durumundadırlar. Allah(c.c)’a inandıklarını iddia ediyorlar fakat onun emrini reddediyorlar. “Biz kanun çıkartırız. Din ayrı, devlet ve siyaset ayrıdır” derler. Böyle diyen dinden çıkar. Allah(c.c)’a iman eden kimse onun emrini reddetmez, kendi kanununu Allah(c.c)’nin kanundan üstün görmez. Aksine tereddütsüz ve sıkıntısız bir şekilde Allah(c.c)’nin ve Resulü’nün hükmüne tam teslimiyet gösterirler.
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤۡمِنُوۡنَ حَتّٰى يُحَكِّمُوۡكَ فِيۡمَا شَجَرَ بَيۡنَهُمۡ ثُمَّ لَايَجِدُوۡا فِىۡۤ اَنۡفُسِهِمۡ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيۡتَ وَيُسَلِّمُوۡا تَسۡلِيۡمًا
“Rabbine andolsun ki; onlar aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılıp ve senin verdiğin hükmü uygulamadıkça, senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı kalmayıp ve tam bir teslimiyet göstermedikçe asla inan etmiş olmazlar.” (Nisa:65)
اِنَّمَا كَانَ قَوۡلَ الۡمُؤۡمِنِيۡنَ اِذَ ادُعُوۡۤا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُوۡلِهٖ لِيَحۡكُمَ بَيۡنَهُمۡ اَنۡ يَّقُوۡلُوۡا سَمِعۡنَا وَاَطَعۡنَا وَاُولٰٓٮِٕكَ هُمُ الۡمُفۡلِحُوۡنَ
“Müminler kendi aralarındaki meselelere/ihtilaflara hüküm vermek üzere Allah’a (Kur’an’a) ve Resulüne (Sünnetine) çağırılırlarsa, hemen şöyle derler: “İşittik ve itaat ettik.” İşte felaha kavuşanlar (Allah’ın rızası ve Cennetini kazananlar) bunlardır.” (Nur:51)
Bundan önceki ayetlerde (Nur:47-50) bir kısım insanlar Allah(c.c)’a ve Resulüne iman ettiklerini iddia ediyorlar; ama Allah(c.c)’nin ve Resulünün hükümlerine çağırılınca hemen yüz çeviriyorlar. Ancak çıkarları varsa o hükümlere gelirler yoksa gelmezler. Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa Allah(c.c)’nin ve Resulünün hükümleri hakkında şüpheleri mi var? Yoksa Allah(c.c) ve Resulünün hükümlerini kendileri için zulüm mü sayıyorlar? Oysa zalim olanlar da kendileridir.
Müminler Allah(c.c) ve Resulünün hükümlerine seve seve yönelir ve teslimiyet gösterirler. Çünkü onlar Ahirete iman ettiler. Bu teslimiyet karşılığında ise büyük sevap ve ödül alacaklarına yakinen inandılar. Kendilerinde hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur. Hayırlı ve doğru olan da budur. Ama çok kimse bunu idrak etmiyor. Zira insanların çoğu yüzeysel düşünüyorlar. Sadece gözleriyle gördükleri şeye inanıyor ve etraflıca düşünmüyorlar. Kısacası aydın bir şekilde düşünmüyorlar.
Yahudilerden İslâm’a girenler oldu. Fakat sayıları fazla değildir. Dolayısıyla Nisa Suresinde tefsir ettiğimiz 46. Ayette şöyle deniliyor:
“Fakat Allah onları kâfir olmalarından dolayı lanetledi. Onlardan çok az kimseler dışında başkaları iman etmezler.”
Üzücü olan şey ise insanların çoğunun kalabalığa ve çoğunluğa bakarak aldanması ve buna uymasıdır. Onlar zannediyorlar ki çoğunluk hak üzeredir. Oysa çoğunluk her zaman hak üzere de değildirler. İnsanlar düşünmeli ve araştırmalıdır. Abdullah bin Selam en büyük Yahudi haham ve Yahudi âlimi idi. Şartlanmadan ve insaflı şekilde düşününce Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Allah’ın Resulü olduğunu keşfetti, kabul etti ve İslâm’a girdi. Ama inanmayanlar lanetlendiler. Bu sebeple Allah(c.c)’nin rahmeti onların üzerine inmez. Bunlar Allah(c.c)’nin diniyle savaşmaya başladılar ve savaşları bu güne kadar da devam etmektedir.
يٰۤـاَيُّهَا الَّذِيۡنَ اُوۡتُوا الۡكِتٰبَ امِنُوۡا بِمَا نَزَّلۡنَا مُصَدِّقًا لِّمَا مَعَكُمۡ مِّنۡ قَبۡلِ اَنۡ نَّـطۡمِسَ وُجُوۡهًا فَنَرُدَّهَا عَلٰٓى اَدۡبَارِهَاۤ اَوۡ نَلۡعَنَهُم كَمَا لَعَنَّاۤ اَصۡحٰبَ السَّبۡتِ وَكَانَ اَمۡرُ اللّٰهِ مَفۡعُوۡلًا
“Ey kendilerine kitap verilen kimseler! Yüzleri silip arkalarına çevirmeden yâda Cumartesi günün yasağını ihlal edenleri lanetlediğimiz gibi sizi lanetlemeden önce yanınızdaki Kitap’ı (Tevrat’ı ve İncil’i) tasdik ederek, indirdiğimize (Kur’an’a) iman edin. Muhakkak Allah’ın emri gerçekleşir.”(47)
Allah(c.c) İsrail oğullarına Cumartesi gününde çalışmayı yasak kıldı. Ama onlar bu yasağı deldiler. Bu nedenle onları lanetledi, maymun ve domuza çevirerek onları cezalandırdı.
Allah(c.c) Bakara Suresi 65. Ayette onlara hitap ederken şöyle buyurdu:
“Sizden Cumartesi gününde yasağı çiğneyenlerden haberdar oldunuz. Onlara hor ve aşağılık birer Maymunlar olun dedik.”
Allah(c.c) Maide Suresi 60. ayette onların cezasını şöyle gösterdi:
“Allah indinde en kötü azabı gören kimseleri göstereyim mi? Allah’ın lanetlediği, kızdığı ve kendilerini maymun ve domuza çevirdiği kimseler ve Tağut’a hizmet eden kimselerdir. En şerli ve doğru yoldan sapan kimseler bunlardır.”
Cumartesi gününde onlar menfaatlerini elde ediyorlardı. Öbür günlerde ise bunu yapamıyorlardı. Hile yaptılar ve o günün hürmetini ihlal ettiler. Balıklar sadece Cumartesi gününde çokça geliyordu. Onlar da Cuma gününün akşamında ağ kurup, Pazar günü balıkları toplamaya başlamışlardı. Araf Suresi 163. ayette bu olay açık bir şekilde anlatıldı.
Bu asırda dini maslahata veya menfaate göre yorumlayanlar bu olayı düşünmeliler. Allah’ın lanetini hak ederler, maymun ve domuza çevrilmek veya zillete uğramak gibi ağır bir ceza görebilirler. Din Allah(c.c)’nin emrine uymaktır. Onu menfaat ve maslahata göre yorumlamak çok tehlikelidir. Allah(c.c) ne emretmişse onu almak ve neyi nehyetmişse onu da terk etmek gerekir. O’nun emri ister ayette geçsin isterse de hadis-i Şerif’te geçsin, Allah(c.c), Resulüne ne vahyettiyse ona göre davranmak gerekir. Böyle hareket etmek ibadet etmektir ve Allah(c.c)’a kulluk etmek demektir. Bunun neticesi hayırlıdır. Usulul Fıkıh’ta bulunan kurallara göre Allah(c.c)’nin emrini ve nehyini anlamak gerekir.
“Şer’i hüküm maslahata göre değil aksine maslahat Şer’i hükme göre olur.” İşte bu, şer’i kaidedir, şer’i delillerden çıkarılmıştır.
Allah(c.c) Cumartesi gününü ihlal ettikleri zaman nasıl cezalandırıldıklarını kendilerine hatırlatıyor ve onları uyarıyor:
“Eğer yanınızdaki Kitabı yani Tevrat’ı tasdik ederek, indirdiğimize (Kur’an’a) iman etmezseniz sizi cezalandıracağız. Yüzlerinizi silip arkalarına çeviririz yâda Cumartesi gününün yasağını ihlal edenleri lanetlediğimiz gibi sizi de lanetleriz.”
Gerçekten de Allah(c.c) onları cezalandırdı, diyarlarından çıkarttırdı ve sürgün ettirdi. Bir kısmını öldürttü ve bir kısmını da köleleştirdi.
Böylece lanetlendiler. Onların üzerine rahmetini indirmedi ve böylece azaba uğrattı.
Allah(c.c)’nin emri kesin olarak gerçekleştiği zaman, onu engelleyebilecek güç yoktur. Bu nedenle insanlar Allah(c.c)’nin lanetinden ve cezasından sakınmalılar. Eğer O’na muhalefet ederlerse, er yada geç dünyada kendilerine bir azap gönderir. İşte Müslümanlar bundan sakınmalılar. Nitekim Müslümanların başlarına gelen musibetlerin nedeni de Allah(c.c)’nin dinini terk etmeleridir. Zira azap sadece İsrail oğullarına has değildir. Onlar bu hususta sadece bir örnektirler. Allah(c.c) onları seçti, onlar da Allah(c.c)’ye isyan ettiler ve bu şekilde Allah(c.c) da onları cezalandırdı.
Allah(c.c)İsrail oğullarına Kur’an’a iman etmelerini emretti. Ama onların çoğunluğu iman etmediler. İman etmediklerinden dolayı da cezalandırıldılar.
Kur’an’a iman, onu uygulamayı gerektirir. Nitekim Allah(c.c) Kur’an’ı uygulamayı emretti. Kur’an’ı uygulamayanları veya onunla hükmetmeyenleri de kâfir, zalim ve fasık olarak niteledi. Allah(c.c) onları hem dünyada cezalandıracak, hem de ahirette daha ağır bir azabın içerisine atacaktır. İşte bu şekilde İslâm’a ve Kur’an’a inanmayan kişiler cezalandırılacaktır. Zira bütün insanlar bununla muhatap oldular ve emredildiler. Bu nedenle İsrail oğullarının Kur’an’a inanmalarını kesin şekilde talep etti.
Kur’an Allah(c.c)’nin son risaleti ve mesajıdır. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem son Resul ve Peygamberdir (Ahzap:40). Allah(c.c) indinde yalnızca İslâm dini kabul edilir, onun dışındaki farklı din, sistem ve ideolojiler kabul edilmeyecektir. (Al-i İmran 85)
Allah(c.c) Müslümanlara İslâm dinini kendileri için bir din olarak kabul etmeyen ehli kitapla, Allah(c.c)’a ve ahirete inanmayanlarla, Allah(c.c)’nin ve Resulü’nün haram kıldıklarını haram saymayanlarla cizye vererek İslâm hükmüne teslim oluncaya kadar savaşmayı emretti. (Tevbe:29)
Nitekim kâfirlerle savaşmak Müslümanlara farz kılındı. Fakat Müslümanlar birer fert olarak bu farzı yerine getiremezler. Onların bir devleti olmalıdır. Böylelikle devlet Müslümanlardan bir ordu oluşturur. Bu sayede cihad ederler. Ama önce kâfirleri uyaracak ve onları İslâm’a inanmaya çağıracaktır. Kabul etmedikleri takdirde, İslâm’ın hükmüne boyun eğerek cizye vermelerini onlardan talep edecektir. Bunu da kabul etmezlerse İslâm Hilafet devleti onlarla savaşır. Bu detayları Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem açık bir şekilde gösterdi. Bu konuyla ilgili Müslim, Tirmizi, Ebu Davut, İbni Mace, İbni Şeybe ve Beyhaki gibi Hadis-i Şerif kaynaklarında Allah Resulü’nün hadisleri mevcuttur.
Kâfirlere üç seçenek gösterilir: ya Müslüman olurlar, kabul etmezlerse İslam kanunlarına boyun eğip cizye verirler. Onu da kabul etmezlerse onlarla savaşılır. Fakat Hilafet devleti dava işlerine, propaganda yapmaya, siyasi amellere ve fikri mücadeleye büyük ehemmiyet verecektir. İnsanların savaşsız İslam’a girmelerine sağlamaya çalışacaktır.
Dolayısıyla bu farzı yerine getirmek üzere Hilâfet Devleti’ni kurmak için Müslümanlar gevşeklik göstermeden çalışmalıdırlar. Nitekim bu iş için çalışmak da büyük farzdır. Ayrıca İslâm’ın birçok hükmünü uygulamak, İslâm’ı yaymak, Müslümanların beldelerini, mallarını ve ırzlarını korumak için Devlet kurmak şarttır. Ayrıca direkt bu hususla ilgili de Kur’an ve Sünnetten açık emirler geldi. Bu nedenle Hilâfet, Ulema arasında ummulfurud (farzların anası) ve tacülfurud (farzların tacı) sayıldı. Bu farzın yerine getirilmesi için çalışanlar hem günahtan kurtulurlar, hem de Allah(c.c)’nin rızasını kazanıp Cennet ehlinden olurlar.