– 28-

Ehl-i Kitab’ın Allah’ın ayetlerini inkâr edip kâfir olması, Allah’ın yolundan müminleri saptırmaya çalışmaları, müminlerin onlara uyarlarsa küfre düşmeleri, Resule uyanın hidayetli olması;

 Ehl-i Kitap niçin Allah’ın ayetlerini inkâr edip müminleri Allah’ın yolundan saptırmaya çalışırlar?

Müminler onlara uydukları zaman nasıl küfre düşerler?

Bunun için hangi yol ve üslubu kullanırlar?

Laiklik ve milliyetçilikle Müslümanları nasıl doğru yoldan saptırdılar?

Müminler kendilerini onlardan nasıl korurlar?

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَاللّهُ شَهِيدٌ عَلَى مَا تَعْمَلُونَ قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَأَنتُمْ شُهَدَاء وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

“De ki; Ey ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın ayetlerini inkar edersiniz? De ki; Ey ehl-i kitap! Gerçeği görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye çalışıp ta mümin kimseleri Allah’ın yolundan çevirmeye gayret ediyorsunuz? Oysa Allah yaptıklarınızdan gafil değildir? Ey iman edenler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyarsanız imanlarınızdan sonra sizi kâfir olarak çevirirler. Allah’ın ayetleri size okunurken hem de onun Resulu sizin aranızdayken nasıl kâfir olursunuz? Her kim Allaha bağlanırsa doğru yola hidayet edilmiş olur“. (Âli İmran 98-101)

Allahu Teala bu ayetlerde ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlara sert bir şekilde çatmaktadır. Gerçeği bildikleri halde Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar. Bu gerçek ise Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in Allah’ın nebisi ve resulü olması ve kendisine indirilenin de Allah’ın ayetleri olmasıdır.

Ehli kitap olanlar bu gerçeği bilirler, buna rağmen bunu inkâr ederler. Hem de iman edenleri bu yoldan çevirmeye çalışırlar. Çünkü doğru yolu istemeyip yanlış yolu tercih ettiler. Heva ve heveslerine uyduklarından dolayı eğriliği doğruluğa tercih ederler. Onlar kendilerine gelen nebilerinin bir kısmını öldürdüler ve bir kısmını da yalanladılar. Daha doğrusu kendi heva ve heveslerine göre bir din istediler.

Bakara suresi 87. ayette onların bu durumları izah edildi. Kendi kavimleri dışından olan Muammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem bir nebi ve resul olarak gönderilince onu çekemediler ve haset ettiler. Bakara suresi 109. Ayette buna değinildi. Zira onlar pek kavmiyetçi veya milliyetçidirler. Kendilerini öyle bir kavim ve bir ırk olarak görürler ki; diğer insanlardan daha üstündürler. Hatta Allah’ı sadece kendilerine has bir ilah olarak görürler, diğer insanların hayvanlar gibi kendilerine hizmet etmek için yaratıldığını düşünürler. Zaten kendilerinden gelen nebileri yalandılar ve öldürdüler. Öyleyse Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem gibi kendilerinden olmayan bir nebi ve resul geldiğinde nasıl ona inanacaklar ve öldürmeye teşebbüs etmeyecekler?! Bu nedenle Resulullahı öldürmek için iki defa teşebbüste bulundular ve defalarca müşrik Arapları ona karşı kışkırttılar ve savaşlar çıkarttılar.

Onlar hak dini istemezler. Kendilerine göre bir din isterler, o din çıkarlarına ters gelmesin, yoksa dinle oynayıp çıkarlarına uydururlar. Bu nedenle kitaplarını değiştirip hahamları ve rahipleri rab edindiler. Kendileri için bunlar nebilerden daha iyidir. Çünkü hahamlar ve papazlar dünyevi hedefleri gerçekleştirmek uğrunda onların isteklerini ve arzularını göz önünde bulundurarak, çıkarlarını da düşünerek, din budur diyerek hüküm verirler.

Orta çağlarda Avrupa’da çıkarlarını krallar ve yöneticiler yanında bulup onlarla işbirliği yaptılar. Bu nedenle Avrupa halkları hem yönetime hem de kiliseye başkaldırıp onları devirdi. Bu devirmeye aydınlık çağ adını verdiler ve dini devletten ayırarak laik devlet kurdular. Buna medeni çağdaş demokratik devlet adını verdiler. Devirdikleri devlete teokratik veya dini devlet adı verdiler. Hahamlara ve papazlara veya kilise adamlarına din adamı lakabı verdiler.

Batılılar kendi devrimlerini Müslümanlara ihraç etmek ve İslam devletini yıkmak istedikleri zaman İslam’ı kendi dinlerine benzeterek Müslümanların zihinlerini karıştırarak, onların arasında fikirlerini benimseyecek ve kendilerine tabi olacak kimseleri bulup İslam Hilafet sistemini ve devletini yıktılar. Oysa İslam’da din adamı diye bir sınıf yoktur, Allah’ın ayetlerini ve Resulullah’ın hadislerini kaynak olarak gösterip içtihat yapan âlim ve müçtehit vardır. Bunlara din adamı lakabı verilmez. Çünkü Allah’ın ayetlerini ve Resulullah’ın hadislerini arkalarına atıp, krallarla işbirliği yapıp, ortakça çıkar uğrunda dini evirip-çevirmezler. Allah’ın adıyla hüküm vermezler, kendi çıkarları ve arzularına, insanların istek ve çıkarlarına göre hüküm vermezler. İslam devleti ‘dini istibdat devleti’ veya ‘teokratik devlet’ değildir.

‘Dini devletin’ manası; din adamlarının istibdadı, diktatörlüğü veya tahakkümü altında yürütülen devlettir. İslam’da böyle bir devlet şekli yoktur. ‘Din adamı’ mefhumu bulunmadığı gibi ‘dini istibdat devleti’ mefhumu da yoktur. İslam devleti İslam dinine dayalı kurulmuş olmasına rağmen ‘dini istibdat devleti’, ‘teokratik’ veya ‘ilahi’ bir devlet adı verilmez. Bu saydıklarımızdan hiç biride değildir.

 İslam devleti beşeri bir devlettir; beşer tarafından seçilen insanlar tarafından yürütülür. Beşerin veya âlimlerin hâkimiyeti yoktur. Bunlar Şeriatın hâkimiyetine boyun eğerler. Ümmet tarafından seçilip biat edilen Halife kendi heva ve hevesine veya insanların arzu ve çıkarlarına göre devleti yürütmez. Kur’an’dan ve Hadis-i şeriften hüküm çıkartarak devletin, insanların işlerini ve maslahatlarını güder. Böylece halife, âlimler, bütün Müslümanlar Allah’ın ayetlerine ve bu ayetleri açıklayan hadis-i şerife bağlanıp tabi olurlar.  

Hahamlar ve papazlar Allah’tan korkup onun ayetlerine bağlı olsalardı yöneticilerle işbirliği yapmazlardı ve dinlerini çevirmezlerdi/tahrif etmezlerdi. Oysa onlar Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem gönderilince Allah’tan korkmayarak Allah’ın ayetlerini yalanladılar ve iman edenleri doğru yoldan çevirmeye başladılar. O günden bu güne kadar böyle devam etmektedirler.

Allah hem onlara çatıyor hem de bizi onlardan sakındırıyor: Ey iman edenler! Dikkatli olun bu Yahudiler ve Hıristiyanlar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar, eğri yolu seçiyorlar ve sizi Allah’ın ayetlerinden saptırmaya çalışıyorlar. Bu nedenle Haçlı seferlerini Müslümanlara karşı başlattılar. Ondan sonra sömürgecilik savaşlarını başlatıp Allah’ın ayetlerine göre insanları yürüten İslam Hilafet devletini yıktılar ve yerine Türkiye’de ve diğer İslam beldelerinde laik demokratik ilkelere dayalı cumhuriyet ve krallıkları kurdurdular. Bu cumhuriyetler ve krallıklar Allah’ın ayetlerini uygulamazlar, onun ayetlerini uygulamaya çalışanları tutuklayıp cezalandırırlar.

Ehl-i kitabın ne olduklarını ve niçin çalıştıklarını, Allah’ın ayetlerini inkâr ettikleri ve müminleri doğru yoldan saptırmaya gayret sarf ettiklerini Allah kitabında Müslümanlara göstermesine rağmen, maalesef Müslümanların bir kısmı bu ayetleri anlamadıklarından dolayı Yahudilere ve Hıristiyanlara uydular ve uymaktadırlar. Onlardan fikir alırlar, onların sistemlerini uygulayıp korurlar, onlarla işbirliği yaparlar ve ittifakta bulunurlar. Hatta onlarla beraber olup tekrar İslam Hilafetini kurmak isteyenlerle savaşırlar. Böylece insanları Allah’ın yolundan saptırırlar, eğri ve sapık yolu seçerler. Oysa Allah bütün yaptıklarından gafil değildir. Onları hemen cezalandırmayabilir, tövbe için fırsat verir, eğer tövbe etmezlerse onları bir gün mutlaka cezalandırır.

İşte, Müslümanlar kâfirlere uyarlarsa kâfir olurlar veya kâfirlerin amellerini yaparak Müslümanız diye iddia ederek saparlar. Bu nedenle Allah Müslümanları yukarıdaki ayetlerin devamı olan şu ayetlerde bu durumdan sakındırır:    

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Ey iman edenler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyarsanız imanlarınızdan sonra sizi kâfir olarak çevirirler. Allah’ın ayetleri size okunurken hem de onun Resulü sizin aranızdayken nasıl kâfir olursunuz? Her kim Allah’a bağlanırsa doğru yola hidayet edilmiş olur

Burada Allah doğrudan müminlere hitap edip ehl-i kitaba uymaktan sakındırıyor. Eğer onlara uyarsanız sizi imanlarınızdan edip küffara çevirirler. 

Bu ayette ehl-i kitaptan bir gruba uyarsanız denildi. Bu ayetin nüzul sebebinden dolayı böyle ifade kullanıldı. Şöyledir: İslam’dan önce Medine’de en büyük iki kabile olan Evs ve Hazrec arasında büyük savaşlar oluyordu bir birlerine karşı şiirler söylediler. İslam’a girince birleştiler ve kardeş oldular. Yahudiler bunların kardeş olmalarına hatta Müslüman olmalarına tahammül edemediler. Onlardan biri olan Mırşas bin Kays adlı Yahudi Evs ve Hazrec kabilesinin cahiliye döneminde ve özellikle de aralarında meydana gelen Buas adlı büyük savaşta birbirlerine karşı söyledikleri şiirleri onlara okumaya başladı. Müslüman olan Evs ve Hazreç’ten bu şiiri duyanlar gaflete düşüp, birbirlerine silah çekerek iki safta durup tekrar savaşmaya karar aldılar. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem bunu duyunca oraya koşarak onların safları arasında durup yukarıdaki yeni indirilen ayetleri okudu ve şöyle dedi:

«لَا تَرْجِعُوا بَعْدِي كُفَّاراً يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ»

 “Birbirilerinizin boynunu vurarak benden sonra kafir olarak dönmeyin.’’ (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî)

Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem milliyetçilik uğrunda savaşmayı küfre dönmeye benzetti. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu:

مَنْ قَاتَلَ تَحْتَ رَايَةٍ عِمِّيَّةٍ يَغْضَبُ لِعَصَبَةٍ، أَوْ يَدْعُو إِلَى عَصَبَةٍ، أَوْ يَنْصُرُ عَصَبَةً فَقُتِلَ: فَقِتْلَةٌ جَاهِلِيَّةٌ،

“Asabiyete davet ederek veya bunun için kızarak veyahut yardım ederek kim böyle kör sancak altında savaşırsa cahiliye üzerinde ölür.’’ (Müslim, Ebu davut ve İbn-i Mace)

Asabiyetin manası; milliyetçiliktir, aşiretçiliktir, kabileciliktir. Bir kavim veya bir grup için körü körüne taassuptur. İnsan böyle asabiyet uğrunda savaşırsa cahiliye ölümle ile ölür. Eğer bunu yapan kişi Müslüman ise o kadar günahkâr olur ki; sanki kafir olarak ölür. Cehennemde ebediyen kalmasa dahi orada çok yanacak ve azap görecektir.  

Sömürgeci Kâfir Avrupa devletleri Osmanlı İslam Devletini parçalamak için o Yahudi’nin yaptığına benzer bir şey yaptılar. Türkçülük, Arapçılık, Arnavutçuluk, Kürtçülük gibi milliyet veya kavmi taassubu olan milliyetçiliği kışkırtarak İslam devletini böldüler. Şimdi ise Türkçülüğü ve Kürtçülüğü kışkırtıp Türkiye’yi bölmeye çalışıyorlar. Irak’ta Arapçılık ve Kürtçülüğü kışkırtıp Irak’ı böldüler. Mezhepçilik, mezhep taassubunu kışkırtıp Şiilik ve Sünnilik savaşları çıkartmaya çalışıyorlar. Böylece Müslümanlar birbirlerinin boyunlarını vurup öldürüyorlar. Tamamen kâfirlerin Müslümanların boyunlarını vurup öldürdükleri gibi yapıyorlar. Oysa bütün Müslümanlar kardeştirler.

İslam devletinin tarihi boyunca, ilk başkanı olan Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem döneminden son Halifeye kadar bütün insanlar İslam potasında eriyip tek millet ve ümmet oldular. Gerçek kardeşliği hissedip yaşadılar. Çünkü bu devlette bütün insanlar eşit olurlar. Yine bu devlette ne Arapçılık, ne Türkçülük, ne Kürtçülük, ne Persçilik ve nede buna benzer ayrımcı bir şey vardır. Bir ırkın, bir kavmin, bir halkın hâkimiyeti ve egemenliği yoktur. Bütün insanları eşit olarak yaratan, onların rabbi olan Allah’ın hâkimiyeti ve egemenliği vardır. İslam hâkimiyeti vardır. Zira bu devlet İslam’a dayalıdır, insanlar arasında hiç ayrım yapılmaz. Eşitlik ve adalet sadece Müslümanlar arasında değil İslam devletinde yaşayan bütün insanlar arasında gerçekleşir. Müslim veya gayrı Müslim fark etmez. Gayri Müslimler yani kâfirler İslam’a inanmasalar bile İslam devletinin tabiyetlisi oldukça Müslümanlar gibi muamele görürler ve bütün hakları alırlar. Ancak Müslim veya gayrı Müslim olsun kim suç işlerse ceza görür. Eğer milliyetçiliği, mezhepçiliği veya vatancılığı kışkırtmaya kalkışırsa cezalandırılır.

Bu ayette “kâfirlerden bir gruba uyarsanız” sözü gösterdiğimiz nüzul sebebinden dolayı böyle bir ifade kullanıldığını söyledik. Fakat başka yerde (ilerde Allah’ın izniyle tefsirini yapacağımız bu Al-i İmran suresinin 149. ayetinde) Allah kâfirlerden bir grup değil de; “kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye döndürürler, dininizden saptırırlar, böylece hüsrana uğrayanlardan olursunuz’’diye buyurmaktadır. Burada herhangi bir kâfire uymaktan sakındırıyor. Çünkü kâfirler İslam’a inanmadıkları için Müslümanları dinlerinden kısmen veya tüm olarak döndürmeye çalışırlar. Bu nedenle Müslümanlar arasında laik ve demokratik fikirleri yayarlar. Şöyle ki; şeytani vesvese kanlarına işler, şeytani fısıltıları kulaklarına da sokarlar. ‘Din ayrı devlet ayrıdır, din Allaha aittir fakat vatan herkesin, o zaman herkesin dini kendisine aittir. İbadetini yapsın, ama devlet dinden uzak olmalıdır. Bu barışı ve birliği sağlar, egemenlik veya hâkimiyet halkındır, meclisten halk adıyla kanun çıkartılır ve insanlar daha güzel şekilde yürütülür. Kur’an kutsal bir kitaptır, ona saygımız vardır, onu okumasını öğreniriz, onu okudukça sevap kazanırız, onu ezberleriz, kıyamet gününde şefaatçimiz olur. Fakat onu anayasa kaynağı yapmayız, ondan kanun çıkartmayız. Çünkü devlet ve siyaset dinden ayrıdır. Resulullah’ı severiz, mevlid-i nebevi yaparız, ona salavat getiririz, o üstün nebi, peygamber ve resuldür. Fakat devlet ve siyaset dinden ayrıdır, Resullah’ın Hadis-i Şerifini okuruz, ama onu anayasanın kaynağını yapmayız, ondan kanun çıkartmayız. Hz. Muhammed’i ruhi lider olarak kabul ederiz fakat siyasi lider olarak almayız, onun izinden gitmeyiz, kurduğu devlet gibi bu asırda böyle devlet olmaz. Sahabeleri severiz, o asrısaadettir. Fakat onların yönettikleri Raşidi Hilafet devleti gibi bu asırda olmaz. Din güzeldir, onu siyasete bulaştırmamak gerekir, onun temizliğini korumalıyız ve devlet işine karıştırmamalıyız.’ Ve daha nice buna benzer çelişkili ve yanıltıcı sözler söyleyip yayarlar.

Böylece Müslümanların bir kısmını birer çelişkili insanlar haline getirdiler. Bu çelişkili durum kâfirlerin yaydıkları yanıltıcı fikirlerden dolayıdır. Böylece Müslümanları dinlerinden döndürürler, neredeyse onları kâfire çevirirler. Bu nedenle Allahu Teala bu ayetlerde kafirlerin planlarını ortaya çıkartıyor, onlardan Müslümanları uyandırıp sakındırıyor. Bunun manası; kâfirlere uymak büyük haramdır, küfre götürebilir. Müslüman eğer o çelişkili sözleri söylerse bilmeden kâfir olur.

Kâfirlerin Müslümanları saptırmak için çalışmaları normal sayılır. Çünkü kâfirler başka zihniyete sahiptirler, başka açıdan düşünürler, zira inançları ve düşünceleri farklıdır, daha doğrusu İslam’a zıttır. Hatta İslam’la savaşırlar ve onu yok etmeye çalışırlar. Allah Celle Celaluhu bu ayette (tefsir ettiğimiz Al-i İmran suresi 100. ayette) geçtiği gibi Bakara suresi 109. ayette Ehli kitabın Müslümanları dinlerinden döndürmek istediklerini Bakara suresi 120. Ayette Onların dinlerine uymadıkça Yahudiler ve Hıristiyanlar bizden razı olmayacakları, Bakara suresi 217. ayette kâfirlerin güçleri yettiği kadar Müslümanları dinlerinden döndürmek için savaştıklarını beyan ederek tekrar tekrar Müslümanları uyandırmaktadır. İbrahim suresi 46. ayette kâfirler öyle hile ve tuzak kurarlar ki bunun yüzünden dağlar yıkılır. Buyurarak ve bunları ortaya çıkartarak Müslümanları kâfirlerin hile ve tuzaklarından sakındırıyor. Ki bu asırdaki Müslümanların bir kısmın da olduğu gibi saf olup kâfirlere kanmasınlar. Nitekim kâfirler Allah’ın varlığına ya hiç inanmaz ya da onunla ortak kılar. ‘Bizi yarattı ama bizim işimize karışmaz’ deyip dini devletten ayırır, İslam’a dayalı devleti reddeder ve bununla savaşırlar. Böylece kim bunlara uyarsa sapar veya kâfir olur.

Kâfirler İslam’la ve Müslümanlarla her konuda savaşırlar. Kadının giysisi, evlilik, boşanma, çocuk terbiyesi, erkeklerin kadınlarla karışmaması, miras, cihat, iktisat, siyaset, yargı sistemi, Hilafet, ukubat, iç ve dış siyaset, öğrenim, eğitim, yemek içmek v.s. İslam ahkâmına dayalı ne varsa reddederler. Hatta alay ederler, bunları irtica ve gericilik sayarlar. Çünkü kâfirler İslam’a inanmazlar, başka açıdan bakarlar, zihniyetleri ve nefsiyetleri farklıdır. Bu nedenle, düşünceleri ve zevkleri farklı olur. İslam’ın hiç bir tarafını beğenmezler, kadının iffetli ve kapalı olması hiç hoşlarına gitmez, onlara göre kadın açık seçik olmalı ve erkeklerle beraber olmalıdır. İslam’ın bakışına muhalefet ederek her şeye ters bakarlar. Böylece kâfirler Müslümanlarla doğrudan askeri olarak silahla savaştıkları gibi fikirle de savaşırlar. Onlar için hile ve tuzak kurarlar ve değişik üsluplarla aldatmaya çalışırlar. Müslümanlar saf ve aptal olup kâfirlere güvenirlerse tuzaklarına düşerler. Ondan korunmak için Müslümanlar kâfirlerden hiç bir fikir veya nizam almamalıdır. Fikirlerini ve nizamlarını sadece İslam’dan almalılar ve herhangi bir taviz vermemelidirler. Ayrıca kâfirlere karşı uyanık olup onlara güvenmemeli, onların hile ve tuzaklarını keşfetmek için çalışıp bozmalıdırlar. Mümtehine suresinin 1. ve 2. ayetinde beyan edildiği gibi Müslümanların kâfirleri sevmelerini ve dost edinmelerini yasaklıyor. Onları düşman sayıp onlardan gelen her türlü teklif ve fikirlere karşı büyük soru işareti koyup araştırmalıdırlar. Onları gerçek düşman edinmelidirler. Zira Allah Celle Celaluhu Nisa suresi 101. ayette kâfirlerin Müslümanların apaçık düşmanı olduklarını ve Bakara suresi 105. ayette beyan ettiği gibi “kâfirler Müslümanlar için hiç bir hayrın gelmesini istemezler” diye açıkladı.  Bakara suresi 120. ayette Yahudiler ve Hıristiyanların hiç bir zaman Müslümanlardan razı olmayacakları, ancak Müslümanlar dinlerini terk edip o kafirlerin dinlerine uyarlarsa o zaman razı olacakları bildirilmiştir. Bu nedenle onlardan ne teklif veya fikir gelirse gelsin kabul edilmemelidir. Onların bütün tekliflerine karşı şüpheyle bakmalıdırlar. Yoksa onların tuzaklarına düşerler. Maide suresi 51. ayette Allah Celle Celaluhu’nun ilan ettiği gibi Müslümanlar Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinirlerse onlardan olurlar. Bundan vazgeçip tövbe etmezlerse hidayetli olmazlar, kâfirler gibi zalim olurlar.

Eğer Müslümanlar tefsir etmeye çalıştığımız Al-i İmran suresi 101. ayetinde geçen talimata uyarlarsa sapmaz ve kâfirlerin tuzaklarına düşmezler. Her kim Allah’a bağlanırsa, Allah’ın ayetlerine ve emirlerine uyarsa doğru yolda yürür, hiç şaşmaz ve sapmaz. Allah’ın ayetleri bize okunursa ve Resul aramızda varken nasıl kafir oluruz?! Resulün varlığı Allah’tan getirdiği sünnetle tecelli eder. Onun şahsı değildir, onun getirdiğidir. Allah’ın dediği gibi o bir resuldür diğer resullerin öldüğü gibi ölecektir ve bilfiil öldü. Fakat Allah’tan getirdiği ayetler yanında bunları açıklayan Hadis-i şeriflerle, Sünnetle resul aramızda vardır, bakidir ve canlıdır. Onun varlığı ile var oluruz ve canlı oluruz, böylece onu sevmiş oluruz. Allah Celle Celaluhu’nun Ahzab suresi 21. ayette emrettiği gibi onun siyerini okuyup örnek alıyoruz, yolunu izliyoruz. Zira birçok ayette resulün getirdiğini almamızı emretti. Onun getirdiği şey Allah’tan olup Kur’an’ın açıklaması ve detaylarıdır. Nahl suresi 44. ayette açıklandığı gibi;

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Kuranı sana indirdik, insanlara ne indirildiğini açıklayasın ve böylece umulur ki düşünmeye başlarlar.’’  

Allah resule Kur’an’ı indirdi ve açıklanmasının görevini ona verdi, açıklamasını ona vahyetti. O zaman Allah’ın ayetleri ve Resulün sünnetine Müslümanlar tabi oldukça doğru şekilde düşünmeye başlarlar, hidayetli olup doğru yolda giderler ve kâfirlikten korunurlar. Eğer böyle olmayıp buna sırt çevirirlerse kâfir veya buna benzer olup asabiyet için birbirlerinin boyunlarını vurmaya giderler. Hem dünyayı hem ahireti kaybederler, en büyük hüsran da budur.