– 45 –
- Ölümün sebebi
- Müslümanın farklılığı
- Müminlerin yumuşaklığı
- Temiz toplum
- Şura konusu
- Halifenin güçlü olması
- Allah’a tevekkül etmek
- Allah’ın yardımı
Ölümün sebebi nedir? Müminler hangi hususta kâfirler gibi konuşmaktan nehyedildi?
Dava adamı Müslümanlara karşı nasıl davranmalıdır?
Müminler ne zaman kâfirlere karşı sert ve şiddetli olurlar ve ne zaman yumuşak ve yardımcı olurlar?
Devlet insanların suçlarını araştırır mı?
Mümin kemdi işlediği kötülüğü örtmeli mi yoksa açıklamalı mı? Allah’a tevekkül etmek farz mıdır? Zaferin sebeplerinden midir?
يٰۤـاَيُّهَا الَّذِيۡنَ اٰمَنُوۡا لَا تَكُوۡنُوۡا كَالَّذِيۡنَ كَفَرُوۡا وَقَالُوۡا لِاِخۡوَانِهِمۡ اِذَا ضَرَبُوۡا فِى الۡاَرۡضِ اَوۡ كَانُوۡا غُزًّى لَّوۡ كَانُوۡا عِنۡدَنَا مَا مَاتُوۡا وَمَا قُتِلُوۡاۚ لِيَجۡعَلَ اللّٰهُ ذٰ لِكَ حَسۡرَةً فِىۡ قُلُوۡبِهِمۡؕ وَاللّٰهُ يُحۡىٖ وَيُمِيۡتُؕ وَللّٰهُ بِمَا تَعۡمَلُوۡنَ بَصِيۡرٌ ﴿۱۵۶﴾ وَلَٮِٕنۡ قُتِلۡتُمۡ فِىۡ سَبِيۡلِ اللّٰهِ اَوۡ مُتُّمۡ لَمَغۡفِرَةٌ مِّنَ اللّٰهِ وَرَحۡمَةٌ خَيۡرٌ مِّمَّا يَجۡمَعُوۡنَ ﴿۱۵۷﴾ وَلَٮِٕنۡ مُّتُّمۡ اَوۡ قُتِلۡتُمۡ لَا اِلَى اللّٰهِ تُحۡشَرُوۡنَ ﴿۱۵۸﴾ فَبِمَا رَحۡمَةٍ مِّنَ اللّٰهِ لِنۡتَ لَهُمۡۚ وَلَوۡ كُنۡتَ فَظًّا غَلِيۡظَ الۡقَلۡبِ لَانْفَضُّوۡا مِنۡ حَوۡلِكَ فَاعۡفُ عَنۡهُمۡ وَاسۡتَغۡفِرۡ لَهُمۡ وَشَاوِرۡهُمۡ فِى الۡاَمۡرِۚ فَاِذَا عَزَمۡتَ فَتَوَكَّلۡ عَلَى اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الۡمُتَوَكِّلِيۡنَ ﴿۱۵۹﴾ اِنۡ يَّنۡصُرۡكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَـكُمۡۚ وَاِنۡ يَّخۡذُلۡكُمۡ فَمَنۡ ذَا الَّذِىۡ يَنۡصُرُكُمۡ مِّنۡۢ بَعۡدِهٖ ؕ وَعَلَى اللّٰهِ فَلۡيَتَوَكَّلِ الۡمُؤۡمِنُوۡنَ ﴿۱۶۰﴾
Ey iman edenler! Kâfirlerin, kardeşlerinin yolculuğa çıktıkları veya savaşa gittikleri zaman bizim yanımızda kalsalardı ne ölürlerdi ne de öldürülürlerdi dedikleri gibi demeyin. Allah bunu kalplerinde yakıp kavuran bir dert kılmak için ortaya koydu. Oysa dirilten ve öldüren Allah’tır. Nitekim Allah yaptıklarınızı görmektedir (156) Eğer Allah uğrunda öldürülürseniz veya ölürseniz Allah’tan bir mağfiret ve rahmet onların topladıklarından (mal ve paralardan) daha hayırlıdır (157) Eğer ölürseniz veya öldürülürseniz Allah huzurunda haşredileceksiniz (158) Allah’ın rahmetiyle ne güzel şekilde onlara karşı yumuşak oldun! Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın elbette senin etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet ve onlar için Allahtan mağfiret iste. İşler hususunda onlarla şura yap. Eğer karar alırsan Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever (159) Eğer Allah size yardım ederse hiç bir kimse size galip gelmez. Eğer size yardımı keserse ondan sonra kim size yardım edecek?! Öyleyse müminler Allaha tevekkül etsinler (160)
Daha önceki ayetlerde münafıklar ve imanı zayıf olan kimselerin halini anlattı. Onlardan bir kısım öldürülünce; kardeşlerimiz savaş meydanına gitmeseydi öldürülmeyeceklerdi, bu işten bize ne gelir, bu işten bize bir şey olsaydı burada öldürülmezdik dediler. Allah onlara şöyle cevap verdi: “Evlerinizde kalmış olsaydınız bile öldürülmesi takdir edilmiş olanlar öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi”. Ondan sonra Allah şu ayetlerde Müslümanları uyardı: “Ey iman edenler! Kâfirlerin kardeşlerinin yolculuğa çıktıkları veya savaşa gittikleri zaman bizim yanımızda kalsalardı ne ölürlerdi ne de öldürürlerdi dedikleri gibi demeyin”. Kâfirler insanın hayatı ve ölümünün Allah’ın elinde olduğuna inanmadıkları için böyle söylerler. Zannediyorlar ki kendi kendilerini ölümden koruyabilirler. Hep şöyle derler: filan kişi o yere veya o yolculuğa gitmeseydi ölmezdi, savaşa gitmeseydi öldürülmezdi, o şeyi yapmasaydı ölmezdi, o arabaya veya o uçağa binmeseydi ölmezdi, korunsaydı veya o yere gitmeseydi hastalığa yakalanmazdı ve ölmezdi… vb. Bu olayları ölümün sebebi olarak gösterirler. Oysa bu olaylar ölümün sebebi değildir. Bunlar birer durum veya hallerdir. İnsan o halde ölecekti, çünkü eceli geldi. Bu nedenle ölümün sebebi tektir; Oda: ecelin bitmesidir.
Allah insanları yaratınca herkese hayatta kalmak için bir müddet tayin etti, belli zamana kadar onu yaşatır. Buna ecel denilir. Ecelleri gelirse, ne bir an geri kalırlar ne de öne geçerler (Araf 34).
Ecel ise tayin edilen müddetin sona ermesidir. Bir insan için Allah’ın tayin ettiği hayatın müddetinin sonu gelirse belirlediği şekilde ve yerde hayatı biter. Bu konuda pek çok ayet vardır; insanın ne zaman doğacağı, ne zaman öleceği, nasıl ve hangi yerde öleceğiyle ilgili izahat ediyor ki Müslüman ölümden korkmasın, cesaret göstersin ki Allah uğrunda savaşsın ve mücadele etsin. Lokman suresi 34. ayette geçtiği gibi “insanın hangi yerde öleceğini bilmediği” belirledi. Eceli gelmezse ölmez veya öldürülmez. Zira dirilten, insanı meydana getiren ve öldüren veya canını alan yalnız Allah’tır.
Olaylar sebep olsaydı insanın kesin ölmesi gerekirdi. Bir olay veya bir halde bir insan ölürken bir başkası ölmez, bir kazada bir insan ölürken yanındaki insan ölmez, bir hastalıkta bir insan ölür aynı hastalığa yakalanan diğer insan ölmez, savaş alanında bir asker öldürülür yanındaki asker öldürülmez ve buna benzer binlerce misaller vardır.
Nitekim; sebep kesin olarak neticeye götürür. Eğer savaşa gitmek veya yolculuğa çıkmak ölümün sebebi olsaydı her savaşa veya yolculuğa giden kişinin ölmesi gerekirdi. Bir hastalık veya kaza ölümün sebebi olsaydı o hastalığa yakalanan veya o kazada bulunan herkesin ölmesi gerekirdi.
Allah c.c diriltendir, insanı yaratan ve ona can veren, öldüren, hayata son veren ve canı alan yalnız kendisinin olduğunu birçok ayette vurguluyor. Bu bir akidedir. Buna kesin şekilde inanmak gerekir. Bunu inkâr eden kimse Müslüman değildir. Müslüman insanın iradesi dışında meydana gelen olayların kaza ve kader dairesine dâhil olduğuna inanır. İnsanın doğumu, ölümü ve iradesi dışında başına gelen musibetler bu daireye dâhildir, insanın hükmettiği daire dışındadır. İşte Müslüman kaza ve kader akidesine inanırken buna inanır. Bu şekilde Müslüman güçlü olur. Onların halifesi ve liderleri de güçlü olur. Aynı anda mutlu olurlar, çünkü başına ne musibet gelirse gelsin bu Allahtan bir imtihandır diyerek içi rahat olur, ıstıraplı ve sıkıntılı olmaz.
İmanı zayıf olan bazı kimseler kâfirlerin söyledikleri gibi söylediklerinden dolayı, Allah Müslümanları uyardı, kâfirler gibi söylemeyin dedi. Çünkü bunlar Müslümanlardan bir kısım olarak sayılırlar. İşte Müslümanların bakış açısı ve düşünce tarzı kâfirlerinkinden tamamen farklı olur. Zira Müslümanların insana, hayata ve kâinata bakışları farklıdır. Çünkü akideleri birbirine zıttır.
Ayrıca kâfirler kendi başlarına böyle bir musibet gelirse kalplerinde yakıp kavuran bir dert olur. Niye kardeşlerimiz oraya gittiler, keşke gitmeselerdi ne ölürlerdi nede öldürülürlerdi, hep yanıp dert çekmeye başlarlar. Başka musibetler de olursa aynı şekilde davranırlar. Müslümanlar böyle şey yapmaktan nehyedildiler. Başlarına bir musibet gelirse ne kadar büyük olursa olsun şöyle derler:
الَّذِيۡنَ اِذَآ اَصَابَتۡهُمۡ مُّصِيۡبَةٌۙ قَالُوۡٓا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـآ اِلَيۡهِ رٰجِعُوۡنَؕ
“Onlar ki kendi başlarına bir musibet gelirse şöyle derler: muhakkak biz Allaha aitiz ve elbette ona döneceğiz”. (Bakara 156)
Zira Allah bundan önceki ayette; başlarına korku, açlık, mallardan ve canlardan, ürünlerden yana eksiltmekle Müslümanları imtihan edeceğini kendilerine bildirdi. Ama biz Allah’a aitiz ve onun mülkü olduğumuzu ve ona döneceğimize inanıp bunu söylersek ve sabredersek ondan sonraki ayette şöyle büyük ödüllere sahip olacağımızı bize müjdeledi: “onlara rablerinden bir mağfiret ve rahmet vardır. Hidayete ermiş olanlar da kendileridir”.
İşte; Müslüman musibetlerin Allahtan bir imtihan olduğuna inanır, kâfir buna inanmaz. Bu nedenle Müslüman dert çekmez, kalbi yanıp kavurulmaz, sabreder, zaten bu Allahtan bir imtihandır, benim sabrımı ve imanımı deneyecektir diyerek sabreder, güçlü olup olmadığımızı ortaya çıkartacaktır. Resullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bu tür Müslümanları şöyle övmektedir: “Müminin durumu şaşılacak bir şeydir (ne güzeldir); onun durumu veya tutumu hep hayırlıdır, başkalarının (kâfirlerin) tersidir: kendini sevindirecek bir şey olursa, iyilik dokunursa Allaha teşekkür eder, bu ise kendisi için hayırdır. Kendine bir zarar dokunursa sabreder, bu da kendisi için bir hayırdır”. (Sahih-u Müslim)
Ayrıca Müslümanın başına gelen musibetler kendisi için kefarettir, günahı silen şeylerdir. Allah c.c Şura suresinde 30. Ayette “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işlediklerinizden dolayıdır. Allah çoğunu affeder” buyurdu. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: “Müslümanın başına ne musibet gelirse, kendisine bir diken dahi batsa; ya kendisine hasenat (iyilik) yazılır ya da günahlarından bir günah silinir” (Müslüm)
Böylece Müslümanın durumu ve tutumu hep hayırlıdır, başkalarının, kâfirlerin tersidir, onlardan tamamen farklıdırlar. Kâfirler bu sıfata sahip olamazlar. Çünkü inançları, bakış açıları, düşünce tarzları Müslümanlardan tamamen farklıdır. Başlarına bir musibet dokunursa feryat eder, kendisini sevindiren bir durumda kibirlenir ve şımarırlar.
Allah insanın ne yaptığını görür, Müslüman buna kesin olarak inanır, bu halde Müslüman hep iyilik yapmaya çalışır, kâfirler gibi insanlardan gizlenip kötülük yapmaya kalkışmaz. Çünkü kesin olarak Allah kendisini her yerde görür. Kıyamet günü onları yaptıklarından hesaba çekecektir. Kâfirler buna inanmazlar. Bu nedenle kâfirler gizlice istediklerini yapmaya çalışırlar. Devlet görmedikçe veya yasaklamadıkça her şeyi yapmaya kalkışırlar. Çünkü sadece devletin cezasından korkar, Allahtan korkmazlar.
Kâfirler ölürse veya öldürülürse cehenneme giderler, bu şekilde hayatlarını kaybettikleri gibi ahireti kaybetmiş oldular.
Ama Allah uğrunda öldürülürseniz veya ölürseniz Allah’tan bir mağfiret ve rahmet kâfirlerden topladıklarından (mal ve paralardan) daha hayırlıdır. Zira kâfirin derdi budur, sadece dünyayı kazanmak, çok mal ve mülk elde etmek, eğlenmek, oynamak ve şehvetlerini tatmin etmektir. Ahireti, Allah’ın mağfireti ve rahmetini düşünmezler ve buna hiç değer vermezler.
Zaten, eğer insan ölürse veya öldürülürse Allah huzurunda haşredilecektir. Ayrıca geç olsa da bu dünyadan herhangi bir şekilde göç edecektir. Kıyamet günü tekrar dirilecek ve haşredilecekler. Önemli olan o gündür, o hesap günüdür, o gün insanın geleceğini belirler. Ya cennet ya cehennemdir. İnsanı yoktan yaratan onu tekrar diriltmez mi? Elbet diriltebilir ve diriltecektir. Dünyada cenneti ve nimetleri herkese veren tekrar ahirette yalnız müminlere vermez mi? Kesinlikle verebilir ve verecektir.
Akıllı insan bu akıbeti, geleceği düşünmeli ve bunun için çalışmalıdır. Hayatını korumak için ne kadar çalışırsa çalışsın eceli gelirse sağlıklı olsa da en emniyetli yerde bulunsa da bu dünyadan göç edecektir. Bunu anlayan ve kesin şekilde tasdik eden Müslüman ölümden korkmaz, cesur olur, fedakârlık gösterir, insanlardan çekinmeden ve güçlerinden korkmadan hakkı söyler, yalnız Allahtan korkar.
Bu nedenle Müslüman Allah’ın sözünü yükseltmek için savaşırken veya mücadele ederken kâfirlere, dostlarına ve uşaklarına karşı şiddetli olur. Zira onlardan korkmaz. Fakat müminlere karşı yumuşak olur. Allah Müslümanların bu sıfatını Maide suresinde 54. Ayette gösterdi.
Nitekim onların güzel örneği olan Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ‘i Allah onu överken şöyle dedi: “Allah’ın rahmetiyle ne güzel şekilde onlara karşı yumuşak oldun! Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın elbette senin etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet ve onlar için Allahtan mağfiret iste. İşler hususunda onlarla şura yap. Eğer karar alırsan Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever”. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Allah’ın rahmetiyle müminlere karşı yumuşak oldu. Bu yumuşaklık bir rahmet sayıldı. Bu, Resulullah’ın güzel sıfatıdır. Kaba ve katı kalpli olmadı, böyle olsaydı insanlar elbette onun etrafından dağılıp giderlerdi. Onlar ondan nefret edeceklerdi, kimseyi kazanamazdı.
Bunun manası; Müslüman’ın diğer Müslümanlara karşı rahmetli olması gerekir. Eğer kaba ve katı kalpli olursa diğer Müslümanlar kendi etrafından dağılıp giderlerdi. Zira yumuşak olmak Allahtan bir rahmettir. Hem de Resul Allah’ın rahmetiyle yumuşak oldu. O ise müminlerin güzel örneğidir.
Nitekim; Allah c.c Fetih suresi 29. Ayette Resulullah ve onunla beraber olan sahabelerin kafirlere karşı sert ve birbirlerine karşı yumuşak olduklarını vurguluyor. Bu Resul ve onun partisi olan sahabeler İslam davetini yüklenen kimselerdir. Eğer daveti taşıyanlar kaba ve katı kalpli ise diğerlerini etrafından dağıtırlar, kimseyi kazanamazlar, diğerlerini de etkileyemezler, böylece davalarında başarısız olurlar. Hâlbuki Müslümanın diğer Müslümanlara karşı rahmetli, şefkatli ve hilm sahibi olması İslam’ın istediği en güzel ahlaklardan bir tanesidir. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki Allah şefkatli ve merhametlidir. Şefkatliliği ve merhametliliği sever”. (Müslim) başka hadiste şöyle buyurdu: “Şefkatlilik ve merhametlilik bir şeyde bulunursa muhakkak onu süsler. Bir şeyde bulunmazsa o şey çirkin olur”. (Müslim)
İşte dava adamı bu sıfata sahip olmalıdır; davada kendi kardeşlerine, eşine, çocuklarına, akrabalarına, komşularına ve sair Müslümanlara karşı yumuşak olur, güzel davranır ve konuşur, onları horlamaz ve alçaltmaz. Diğer insanlara karşı da yumuşak olur. Ancak kâfirlerle savaşırken veya mücadele ederken sert olur. Yine hakkı söylerken kâfirler veya dostları, ajanları ve uşakları ona karşı gelirlerse onlara sert olur.
Kâfirlerle beraber yaşıyorsak veya zimmi ise veya bize saldırmıyorlarsa, bize karşı iyi muamele yapıyorlarsa biz de onlara karşı iyi davranırız, onları kazanmaya çalışırız. Tartışırken güzel üslup kullanırız, onları kaçırmamak gerekir. Nahl suresi 125. Ayette Allah’a hikmetle davet etmemiz, güzel üslup kullanmamız ve nasihatla kalpleri yumuşatmakla emredildik. Ankebut suresi 46. Ayette ehl-i kitapla ancak en güzel üslupla cedelleşmekle emredildik. Ancak onlarda zalim olanları hakkı dinlemek istemeyen ve bizimle savaşmaya ısrarlı kalan müstesnadır. Onlara karşı sert olmamız gerekir. Mumtehine suresi 8. Ve 9. Ayette; din hususunda bizimle savaşmayan ve diyarlarımızdan bizi çıkarmayan kâfirlere iyilik yapmak ve güzelce davranmaktan nehyedilmedik. Allah böyle davrananları sever. Ancak din hususunda bizimle savaşan, bizi diyarlarımızdan çıkaran ve bunlara yardım eden kâfirleri dost edinmekten ve onlara yardım etmekten nehyedildik. Onları dost edinirsek zalim oluruz. İşte bunlara karşı şiddetli ve izzetli oluruz.
Allah Resulüne müminleri affet ve onlar için Allahtan mağfiret iste diye hitap ederek emir verdi. Bunun manası; eğer müminler Resule karşı bir kusur gösterirlerse Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem onları affetsin ve eğer Allah’a karşı bir kusur gösterirlerse onlar için Allahtan mağfiret dilesin. Zira kusurları için özür dileyenleri affeder. Daha önceki ayetlerde Allah(cc) Al-i İmran suresi 135. ayette günahları üzerine ısrarlı olmayan ve mağfiret dileyenleri affedeceğini duyurdu.
Ayrıca, devlet kusur gösteren ve kötülük işleyen kimseleri aramaya çalışmaz. Eğer suç işleyen kimse devlete şikâyet edilmezse veya onun hakkında dava açılmazsa devlet onun peşinine düşmez. Şikâyet edilirse de ona ceza vermemek için suçu üzerinden uzaklaştırmak için şüpheler aranır. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: “hadleri uygulamamak için şüpheleri arayın”. (El harisi Ebu Hanife’nin Müsnedi ve Kenzulummal) ve şöyle buyurdu: “Gücünüz yettiği kadar Müslümanlar üzerinden hadleri uzaklaştırmaya çalışın”(Tirmizi ve Beyhaki) Bu nedenle Ma’iz adlı bir kişi devlet reisi olan Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’ in yanına gelip zina ettim deyince Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onun üzerinden haddi uzaklaştırmak için ona şöyle dedi: belki öptün, belki baktın, belki bacak bacak üzerinde koydun, belki dokundun.., fakat adam ısrarlı kalıyor ve nasıl zina ettiğini anlatıyor. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem akrabalarına başvurup onun aklında bir şey var olup olmadığını sordu. Böylece Müslümanlar üzerine hadleri uygulamamak için çalışılır ve onlara tövbe etme fırsatı vermeye çalışılır.
Bu nedenle Müslüman suç işlerse bunu gizlemeye ve tövbe etmeye çağrılırdı. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: “kim bu pisliklerden bir şey (zina v.s.) yaparsa Allah’ın örtüsüyle örtünsün” (Elhakim ve Elbeyhaki) nitekim Allahu teala Zümer suresi 53. Ayette günah işleyen kullarının kendi rahmetinden ümitsiz olmamalarını talep ediyor. Zira kendisi tövbe edenlerin bütün günahlarını affedeceğini onlara ümit vererek bildiriyor. Zira günahı gizleyip tövbe etmek toplumun temiz olmasını sağlar, sanki kimse günah işlemez gözükür. Diğerlerinin günah işlemelerini önler ve onlara cesaret sağlamaz. Oysa kâfirler, fasıklar ve facirler toplumda açıkça günah işlemeye teşvik ederler, kendileri gibi herkesin günah işlemesini isterler ki yaptıkları kötülük normal sayılsın, bu işten zevk alırlar. Şimdiki demokratik ve laik devlet ve meclisleri böyle şeylere serbestlik vermek için kanun ve kararları çıkartırlar. Televizyon, gazete, dergi, sinema, okul eğitimi ve saire de hürriyet verirler. Fuhuş, açılmak ve kadınların avretlerini sergilemek, zina sahnelerine ve benzerine serbestlik verirler. Bu şekilde toplumun kirli ve pis olmasını isterler. Allah (cc) Nur suresi 19.ayette müminler arasında fuhşun ve kötülüğün yayılmasını isteyenlere dünyada ve ahirette acılı azabı hazırladığı bildirdi.
Bu ayete mutabık, biri şu doğru sözü söyledi: “ Zani kadın (hep zina eden kadın) bütün kadınların zani olmasını diler”. Bazı rivayetlerde üçüncü Raşidi Halife Osman r.a bunu söylemişti. Bu nedenle tövbe etmeyip hep zina edenler, Lut kavminin çirkin fiilini yapanlar ve diğer kötülükleri işleyenler herkesin kendileri gibi olmasını diler, hata çalışır. Böylece bir kimse onlarım ayıbını kötüleyemez, herkes onlar gibi pisliktir. Nisa suresi 89. Ayette geçtiği gibi kâfirler kendileri gibi kâfir olmamızı diler. Böylece onlar gibi eşit oluruz.
Allah devlet başkanı sıfatına sahip olan Resulüne hitap ederek şu emri verdi: “İşler hususunda onlarla Şura yap. Eğer karar alırsan Allaha tevekkül et. Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever”. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in devlet reisi sıfatıyla işler hususunda Müslümanlarla danışması emredildi. Bu şekilde şura konusu Halife üzerinde müminlerin hakkı oldu. Ümmet Halifeden bu hakkı ister. Müslümanlar Halifenin kendileriyle danışmasını isterler. Bu durumda Halife onlara bu hakkı vermelidir. Eğer bu hakkı vermezse veya kendileriyle danışmayı reddederse haksızlık yapmış olur. Şura suresinde 38. Ayette Allah(cc) Müslümanların sıfatlarını gösterirken şöyle buyurdu:
وَالَّذِيۡنَ اسۡتَجَابُوا لِرَبِّهِمۡ وَاَقَامُوۡاالصَّلٰوةَ وَاَمۡرُهُمۡ شُوۡرٰى بَيۡنَهُمۡ وَمِمَّا رَزَقۡنٰهُمۡ يُنۡفِقُوۡنَۚ
“ Onlar ki Rablerine icabet ettiler, namazı ikame ettiler, onların işleri aralarında şurayla yürütülür, kendilerine verdiğimiz rızktan harcarlar”. (Şura 38)
Kötülük işleyenler herkesin kötülük işlemesini diler mi? Niçin?
Şura yapmak Halifeye farz mıdır yoksa Müslümanlara ait bir hak mıdır? Detayları nasıldır?
Bu ayetten önce ve sonra müminlerin sıfatlarını sayarak övdü; Rablerine tevekkül eder, büyük günah ve kötülükleri işlemekten kaçınır, kızdıkları zaman affeder, rablerinin emrine icabet eder, işlerini şurayla yürütür, kendilerine verdiği rızktan harcar ve kendilerine haksızca saldırınca birbirlerine yardım ederler (Şura 36-39). Bunun manası müminlerin böyle olmalarını istedi demektir.
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem devlet başkanı olarak iç ve dış siyasette Müslümanlarla şura yapmakla ilgili Allah’ın emrine uyarak hep onlarla şura yaptı. Bedir savaşında Hubab bin El Münzir adlı sahabe konaklamayı uygun görmeyince Resulullah’a şöyle dedi: “ Bu konaklama Allah’tanımdır ki ne ileriye ne geriye bir adım atarız, yoksa rey göstermek, harp ve hile ile ilgili midir? Resulullah: “rey göstermek, harp ve hile ile ilgilidir” deyince o sahabe ya Resulullah bu konaklama uygun değildir, bedir’in suyunu arkamızda hapsedelim düşman ona ulaşmasın. Resullah bunu kabul etti. Ahzab veya hendek savaşında danıştı, Salman (r.a) bir hendek kazılması fikrini sundu. Resulullah bunu kabul etti ve hendek kazılmasına emir verdi. Yine Hendek savaşında kâfirlerin kurdukları Pakttan çıkartmak için Gatafan kabilesine Medine’in meyvesinin üçte birisini vermeyi teklif etti. Aynı anda Medine’deki en büyük iki kabilenin başkanları Saad bin Ubade ve Saad bin Muaz’ı çağırarak onlarla şura yaptı. Resulullah’a şöyle dediler: Eğer bir şeyle (Allah tarafından) emredilmişsen onu yap, öyle değilse Allah’a yemin ederiz ki onlara ancak kılıç veririz (savaşırız). Resulullah onlara şöyle dedi:” Tamam ancak onlara kılıç veririz (onlarla savaşırız) diyerek Gatafan heyetini kovdu.. Tebük savaşında Rumlar Müslümanların önünden kaçınca Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem yardımcısı olan Hz. Ömer’le danışarak şöyle dedi: “onların peşlerine düşelim mi?” Ömer ya Resulullah: bu hususta Allah’ın emri var mıdır? Resulullah: Allah’ın emri var olsaydı seninle danışmazdım” dedi. Ömer: öyleyse dönelim, Resulullah bu fikri onaylayarak ordunun dönmesine emir verdi. Uhut savaşında Medine içinde mi yoksa dışında mı savaşalım diyerek Müslümanlara danıştı. Müslümanların çoğu dışarıda savaşalım deyince hemen onların fikirlerine uyarak zırhını ve miğferini giydi, silahını kuşandı ve orduyu Medine dışında Uhut mevkiine götürdü. Müslümanların ezici çoğunluğu Hudeybiye sulhunun bazı bentlerini beğenmeyince küskün olup ihramlı oldukları halde devam ettiler. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onlara şöyle dedi: “Ben Allah’ın resulüyüm, beni kaybettirmez”. Devlet başkanı ve ordu başkomutanı sıfatıyla Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem çadırda bulunan hanımı olan Ummu Seleme’ye danıştı; hanımı ona şöyle dedi: Ya Resulullah! eğer kurbanı kesersen onlarda aynı şeyi yapacaklar ve tıraş olursan onlarda olacaklar. Hemen Resulullah kurbanını kesti ve saçını tıraş etti. Müslümanlar ardından hemen kurbanlarını ve saçlarını kesmeye başladılar.
Hurma ağaçlarının sahipleri erkek hurma ağaçlarından dölleme tozları alıp dişi hurma ağaçlarının bazı yerlerinde koyup döllendiriyorlardı. İslam devletinin reisi olan Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onlara bu ağaçlar kendi kendilerini döllendirsinler deyince dinleyip bu işten vazgeçtiler. Fakat pek hurma olmayınca Resulullah’a durumu aktardılar. Resulullah onlara şöyle dedi: “(buna benzer) sizin dünya işlerinizden olursa size aittir, siz onları daha iyi bilirsiniz, dininizle ilgili ( bunlar hakkındaki şer’i hüküm) ise bana aittir”. (Müslim)
Bu rivayetler ayetteki geçen Allah’ın emri olan Şura’nın uygulamasının metodunu şöyle açıklar:
- Bir konu stratejik, gerçekleri keşfetmek veya araştırmayı ve derince düşünmeyi gerektiriyorsa, ilmi, fenni ve plan koymakla ilgili ise; Halife Müslümanlarla ve onları temsil eden Ümmet meclisiyle şura yapar. Onların görüşü halifeyi bağlayıcı değildir. Halife düşünür, doğru olan görüşü düşünür ve ondan sonra karar alır. Bedir’de “rey göstermek, harp ve hile ile ilgilidir” demesi, Salman veya Ömer veyahut Ummu Seleme’nin doğru görüş ortaya attıkları zaman onu kabul etmesi, veyahutta “sizin dünya işlerinizden olursa size aittir, siz onları daha iyi bilirsiniz” hurma ağaçlarının döllenmesinin meselesiyle ilgili görüşlerini kabul etmesi gibidir. Bu durumda Halife Şura yaparken sadece doğru görüşü arayıp tercih etmeye çalışır.
- Bir konu böyle değilse mubah dairesinde insanların kendi işlerine gelen, maslahatlarına denk gelen veya uygun gördükleri husus ise Onların görüşü bağlayıcıdır, halifeyi bağlar, çoğunluğunun görüşüne uyar. Medine’den çıkıp çıkmamakla ilgili Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in danışması gibidir. İşte; araştırmayı ve derince düşünmeyi gerektirmeyen iç siyasetle ilgili olan hususlar bu tür işlerdendir. Yönetim, öğrenim, sağlık, iktisat, ticaret, sanayi, ziraat ve emniyetle ilgili konularda mubah olması şartıyla Ümmetin maslahat ve rahatını sağlayan ve uygun gördükleri meseleler buna dâhildir. Yol, köprü, park, okul, cami yapmak gibi ümmetin çoğunluğu bir yerde yapılması istiyorsa Halife buna göre karar alır.
- Halife Şer’i hüküm benimseyip kanun haline getirmek isteyince âlimleri, ümmeti ve onun meclisinin görüşlerini dinler. Fakat onların görüşleri kendisini bağlamaz, en kuvvetli delil ve içtihadı benimser ve böylece karar alır. Hendek savaşında “bir şeyle (Allah tarafından) emredilmedim. Emredilseydim sizinle şura yapmazdım”, Hudeybiye’de “Ben Allah’ın resulüyüm, beni kaybettirmez”, Tebük savaşında “Allahın emri var olsaydı seninle danışmazdım” ve hurma ağaçlarının döllenmesinde: “dininizle ( işler ve konular hakkındaki şer’i hükmü göstermekle) ilgili ise bana aittir” olaylarında demesi meselenin vahiy ile ilgili veya şer’i hükmü belirtmekle olduğu anlaşılıyor. Bu durumda halife herkesin görüşünü dinler, ondan sonra delili ve içtihadı daha kuvvetli olanı benimser.
İşte; İslam devletinde Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem devlet reisi olarak bu şekilde davranıyordu. Ondan sonra gelen raşidi halifeler de bu şekilde davrandılar. Allah’ın izniyle kurulacak Raşidi Hilafet Devletinde halife bu şekilde davranacaktır. Karar aldıktan sonra Allah’a tevekkül eder; Ona dayanır, kendisine yardım edeceğine güvenir, insanlardan korkmadan ve çekinmeden aldığı kararı uygular, herkesi kararına boyun eğdirir, tereddüt etmez. Bu şekilde halife güçlü olur. Halife güçlü olursa devlet güçlü olur. Şura yaptıktan, derin ve aydın şekilde araştırdıktan ve düşündükten sonra kararı alır. Bu şekilde hem kuvvetli hem hikmetli olmuş olur. Resulullah Hudeybiye sulhünü yaptıktan sonra ezici çoğunluğun itiraz etmesine rağmen ısrarlı kaldı. Yine Halife Ebu Bekir ezici çoğunluğun itiraz etmesine rağmen mürtetler ve zekâtı vermek istemeyenlerle savaşmak üzere ısrarlı kaldı.
Ancak halife insanların muhasebelerini ve şikâyetlerini dinler. Eğer onların haklı olduklarını görürse kabul eder. Halife Ömer mihri sınırlandırmayı isteyince bir kadın bununla ilgili ayeti okuyarak ona itiraz edince ona hak verip görüşünden vazgeçti ve büyük tevazu ile şöyle dedi: “Ömer yanıldı ve kadın doğru söyledi” . Bu zaaflık değildir. Çünkü hakkı kabul etmek büyüklük ve güçlülüktür. Tersine Allah’a muhalefet etmek ve batıl üzerinde veya yanlış üzerine ısrarlı kalmak zaaflık ve mağrurluktur. Halife Ömer şöyle dedi: “eğer bende hata görürseniz beni düzeltin”. Halife Ebu Bekir şöyle dedi: “Allaha ve resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin, Allah ve Resulüne isyan edersem bana itaat etmeyin”. En güzel örnek olan Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi: “kimin sırtına haksızca vurmuşsam, gelsin sırtıma vursun, kimin malından haksızca almışsam gelsin hakkını alsın. Kıyamet günü Allah ile karşılaştığım zaman hiç bir kimse bana zulmettin diye ortaya çıkmasın”. Böylece Halife diktatör veya tağut olmaz, çünkü kendi heva ve hevesine veya insanların heva ve hevesine uymaz, sadece Allah’ın ve Resulünün emrine boyun eğer.
Ayrıca Allah yönetici sıfatına sahip olan kendi Resulünden ve ondan sonra gelecek Halifelerden ümmete karşı rahmetli olmaları, Müslümanların kusurlarını affetmeleri ve işledikleri günahların affını Allahtan dilmelerini ve Allaha tevekkül etmelerini istedi. Kendisine güvenip dayananları sevdiklerini bildirdi. Hem de bu akideden bir kısımdır. Bunun manası Allah’a tevekkül etmek farzdır. Nitekim her insan ya kendi gücüne güvenip dayanır ya da başka insanlara. Oysa kendisi olsun veya başka insanlar olsun güçleri sınırlıdır, Allah’ın gücü onların güçlerinden daha büyük, daha doğrusu onun gücü sınırsızdır. Gökler ve yeryüzünün askerleri onundur. Zamanında en büyük devlet başkanı olarak Firavun kendi gücüne, devletinin ve ordusunun gücüne dayanıp müminleri eziyordu. Fakat Allah onu tuzağa düşürüp kendisi ve ordusunu denizde helak ettirdi. Karun kendi gücüne ve parasına dayanıp güvendi, fakat Allah onu ve parasını yerin dibine batırdı. Buna benzer kendi güçlerine güvenip dayanan birçok azgın liderin ve halkın örneğini gösterdi ve bu şekilde bizi ve diğer insanları uyardı. Bu nedenle Halife ve her Müslüman da Allaha tevekkül etmelidir. Aynı anda Allah birçok ayette Halifenin ve her Müslümanın yapacağı işi yapmadan önce şöyle davranmasını istedi; iyice düşünmesi, araştırması, plan çizmesi, tedbir alması, araç ve gereçleri hazırlaması, istişare etmesinden sonra karar almalıdır. İş yapmadan ve yaparken ve yaptıktan sonra hep Allaha tevekkül etmelidir.
Bu nedenle Allah(cc) Halife ve sair Müslümanları şöyle müjdeledi ve uyardı: “Eğer Allah size yardım ederse hiç bir kimse size galip gelmez. Eğer size yardımı keserse ondan sonra kim size yardım edecek?! Öyleyse müminler Allaha tevekkül etsinler”. Bunun manası Müslümanlar ve onların Halifesi Allaha tevekkül ederlerse Allah elbette onlara yardım edecektir, onları düşmanlarına galip getirecektir. Eğer ona tevekkül etmezlerse onlara bakmaz ve yardım etmez. Kendilerini güçlerine bırakıp teslim eder, oysa Allah’ın yardımı olmadan Müslümanların gücü zayıf kalır. Müslümanlar Huneyn savaşında başta kendi güçlerini beğenince mağlup oldular. Sonra sadece Allaha tevekkül ederek savaşmaya başladılar ve böylece galip geldiler ve zaferi elde ettiler.
Milliyetçilik ve vatancılık uğrunda savaşanlar Allah için savaşmazlar, orada Allah’a tevekkül etmek söz konusu değildir. Kendi halk ve ırklarıyla övünürler ve onları üstün kılmaya çalışırlar. Bu cahili davadır ve dinini bilen Müslüman asla bunu yapmaz, yoksa öldürülürse cehennemlik olur. Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: “Kim asabiyet (milliyetçilik) uğrunda savaşıp öldürülürse cahiliye üzerine ölmüş olur” (Nesai, Ebu davut ve İbni Maceh) Müslüman cennete girmek için yalnız Allah uğrunda savaşır. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e şöyle soruldu: “Bir adam ganimet için savaşır, şöhret için savaşır, göstermelik için savaşır, cesaretini göstermek için savaşır, hamiyet (milliyetçilik) için savaşır, riyakârlık olarak savaşır; ya Resulullah hangisi Allah uğrunda savaşmış olur? Resulullah şöyle cevap verdi: “kim Allah’ın sözünü yükseltmek için savaşırsa o Allah uğrunda savaşmış olur”. (Müslim)
Buna göre Allah uğrunda savaşan ve İslam davetini yüklenip mücadele eden kimse Allaha tevekkül etmiş olmalıdır. Çünkü sırf Allah’ın sözünü yükseltmek ve İslam’ı hâkim kılmak için savaşıyor veya mücadele ediyor, yukarıda geçen hadiste haklarında sorulan kimselerden değildir. Allah’a tevekkül eden kimse er geç kazanır ve galip gelir. Zira Hac suresi 40. ayette ve Muhammed suresi 7. ayette Allah kim kendisine; yani; dinine yardım ederse, İslam’ı hâkim kılmak için çalışırsa ona yardım edeceği ve zafer vereceğine dair söz verdi. Allah kesinlikle sözünü yerine getirir.