– 28 –

Bu ayetlerde şu hakikatleri açıklarız ve aşağıdaki sorulara cevap veririz:

  • Mekke’de davet yolu
  • Hikmetle davet etmek
  • Savaşmayı istememek
  • İnsanlardan korkmamak
  • Devleti kurma şartları
  • Cihad ve mücadelenin üstünlüğü
  • Korkak hoca ve otoritenin âlimleri
  • Gerçek ve yapay takva

Mekke döneminde davet silahlı mı yoksa sırf fikri ve siyasi mi idi? O dönemde neden bazı Müslümanlar savaşmayı istediler ama savaş farzı gelince kaçtılar? Hikmetle ve güzel öğütle davet nasıl yapılır? Devlet kurmak için gerekli şartlar nedir? Allah namazı, orucu, haccı ve zekâtı cihada ve mücadeleye tercih edenleri nasıl azarladı? Korkak hoca, âlim ve otoritenin âlimleri niçin gerçeği söylemiyorlar? Nasıl gerçek ve yapay takva birbirinden ayrılır?

اَلَمۡ تَرَ اِلَى الَّذِيۡنَ قِيۡلَ لَهُمۡ كُفُّوۡۤا اَيۡدِيَكُمۡ وَاَقِيۡمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰ تُوا الزَّكٰوةَ ۚ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيۡهِمُ الۡقِتَالُ اِذَا فَرِيۡقٌ مِّنۡهُمۡ يَخۡشَوۡنَ النَّاسَ كَخَشۡيَةِ اللّٰهِ اَوۡ اَشَدَّ خَشۡيَةً‌ۚ وَقَالُوۡا رَبَّنَا لِمَ كَتَبۡتَ عَلَيۡنَا الۡقِتَالَ ۚ لَوۡلَاۤ اَخَّرۡتَنَاۤ اِلٰٓى اَجَلٍ قَرِيۡبٍ‌ ؕ قُلۡ مَتَاعُ الدُّنۡيَا قَلِيۡلٌ‌ ۚ وَالۡاٰخِرَةُ خَيۡرٌ لِّمَنِ اتَّقٰى وَلَا تُظۡلَمُوۡنَ فَتِيۡلًا‏

“Kendilerine ‘Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin..’ denilen kimseleri görmedin mi? Onlara kıtal, savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Allah’tan korktukları gibi veya daha fazla bir korkuyla insanlardan korkmaya başladılar. ‘Rabbimiz, Savaşı niçin bize yazdın (farz kıldın), bizi yakın bir süreye kadar geri bıraksan (ileri bir zamana ertelesen) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara deki: ‘Dünya menfaatinin değeri pek azdır. Allah’tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve siz, bir iplik kadar haksızlık, zulüm görmezsiniz.” (Nisa 77 )

Müslümanlar Mekke’deyken kâfirlerden çok çektiler, eziyet gördüler. Bundan dolayı kâfirlerle savaşmayı istiyorlardı. Allah-u Teâlâ Müslümanları bundan nehyedip sabretmeye ve affetmeye çağırıyordu.

Bunun da bir zamanının geleceğini işaret ediyor, onlardan sadece daveti “fikren taşımalarını, küfür fikirleriyle çatışmalarını”, Kureyş’in “küfür ve zulüm rejimine” ve onun “zalim yöneticilerine” karşı “siyasi mücadele” vermelerini ısrarla talep ediyordu.

Allah-u Teâlâ onlara karşı hiçbir zaman küfre karşı güç kullanmayı veya şiddete başvurmayı emretmedi. Mekkî ayetler bize hep bunu anlatıyordu.

Misal olarak Nahl Suresi 125. ayette “hikmetle ve güzel öğütle Allah’a davet etmelerini ve en güzel üslûpları kullanarak cedelleşmelerini ve tartışmalarını” talep ediyordu.

Hikmet ise isabetli fikirdir, buna aydın fikir de diyebiliriz. Kur’an’da varit olan bütün fikirler birer hikmettirler. Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

ذٰ لِكَ مِمَّاۤ اَوۡحٰۤى اِلَيۡكَ رَبُّكَ مِنَ الۡحِكۡمَةِ‌ ؕ وَلَا تَجۡعَلۡ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَتُلۡقٰى فِىۡ جَهَنَّمَ مَلُوۡمًا مَّدۡحُوۡرًا‏

“İşte Allah’ın sana hikmetten indirdiği bunlardır. Öyleyse Allah’la birlikte bir ilah edinme. Yoksa cehenneme kınanarak ve yuvarlanarak atılırsın!” [İsra Suresi 39]

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sözleri birer “hikmet” tir. Bu nedenle birçok ayette Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’nin “hikmet” olduğu gösteriliyor.

Allah CelleCelâlehû Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hanımlarına şöyle hitap etmiştir:

وَاذۡكُرۡنَ مَا يُتۡلٰى فِىۡ بُيُوۡتِكُنَّ مِنۡ اٰيٰتِ اللّٰهِ وَالۡحِكۡمَةِؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ لَطِيۡفًا خَبِيۡرًا

 “Evlerinizde okunan ayetler ve hikmetten söz edin. Muhakkak Allah lütuf sahibi ve her şeyden haberdardır.”[Ahzap Suresi 34]

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in evinde “Allah’ın ayetleri dışında” okunan hikmet nedir? Elbette ki Hadis-i şerif’ten başka bir şey yoktur. Bu nedenle “Fikrî davet” daima Kur’an ve Sünnet’le olur en güzel üslûpla ve isabetli fikirlerle insanları ikna etmeye çalışmak gerekir.

Mekke’de “kıtal ve savaş” emri veren veya “silahlı mücadele yapmaya” çağıran ne bir ayet var ne de hadis vardır. Oysaki diğer Araplar gibi bir gelenek olarak “her Müslüman’ın evinde” illaki bir silahı vardı. Silah taşımak yasak da değildi.

Müslümanlar eziyet ve işkence görüyorlardı hatta bir kısmı öldürüldü de, bir kısmı göçe zorlandı, hapse atıldılar, mahsur kaldılar, yemekten ve içmekten mahrum kılındılar. Onları davet çalışmalarından vazgeçirmek için her tür üslûp kullanıldı.

Bütün bunlara rağmen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onları asla “silah kullanmaya” çağırmadı ve hiçbir şekilde böyle bir emir vermedi, tersine ısrarla bundan onları nehyetti, sabretmeye ve dayanmaya çağırdı.

Bu ayet bir ispattır. Mekke döneminde bazı Müslümanlar savaşmak isteyince bundan nehyedildiler. Medine’de İslam devleti kurulunca savaş emri gelince rahata alıştıkları ve emniyette yaşadıkları için artık savaşmayı istemediler, kerih gördüler.

Allah kendi Resulünü ve onunla birlikte Müslümanları hikmetle ve güzel öğütle daveti taşımayı emrediyordu, en güzel şekilde da cedelleşme yapmaya çağırıyordu. Bunun manası fikri çatışma ve siyası mücadele yapmaktır. Devlet kuruluncaya kadar sadece bununla yetinir. Devlet kurulduktan sonra küfür güçlerine karşı fikri ve siyasi çatışmayla beraber askeri çatışma başlar. Çünkü küfür güçleri İslam devletine karşı silah ve askeri güçlerini kullanıp saldırmaya çalışacaktır. Bu devletin kuruluşuna hiç tahammül etmezler. Zira Müslümanlar sırf fikri ve siyasi çatışma yaparken buna tahammül edemediler. Müslümanları ezmek için güç kullandılar.  

Sümmeye ve kocası Yasir’i (Allah onlardan razı olsun) işkence altında öldürdüler. Buna rağmen, Rasullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Onları kurtarmak için Müslümanların silah kullanması emrini vermedi. Onlara “Ey Yasir ailesi sabredin! Sizin için cennet vardır.” dedi.

Bütün bunlara rağmen davet çok güçlendi ve yayıldı, onu taşıyanlar da daha çok fazla sebat sahibi oldular. Bütün bu zorluklardan ve sıkıntılardan sonra zafer geldi. Medine’de İslâm lehine bir “kamuoyu” oluştu, kendilerine yardım edecek “güç ve nusret sahipleri” ortaya çıktı, bu şekilde İslam Devleti kuruldu.

Nitekim “bir fikir bir halk tarafından kabullenilirse” onun devleti de olur. Zira o halk “kendi fikirlerinin kendileri üzerine uygulanmasını” ister ve hatta diğer insanlara da onu götürmeye çalışır..

İşte devleti kurmak için gerekli olan şartlar şunlardır:

  1. İslam’a dayalı fikren ve siyasten uyanık ve güçlü bir hizbin bulunması,
  2. Kamuoyunun oluşması,
  3. Nusret ehlinin bulunmasıdır.

Medine’de İslâm Devleti kurulduktan sonradır ki “savaş ve cihat” emri geldi, bazı Müslümanlar ise bu emre pek sevinmediler, çünkü artık rahat bir hayata kavuşmuşlardı, namazlarını kılabiliyor ve zekât verebiliyorlardı ve bunların yeterli olduğunu düşündüler.

Hâlbuki işkence ve eziyetler çekerken savaşmayı istiyorlardı. Rahata kavuşunca sadece namaz kılmak ve zekât vermekle yetinmek istediler.

İşte ayet bu hususa değinmekte ve:

“Kendilerine ‘Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin!’ denilen kimseleri görmedin mi? Onlara kıtal, savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Allah’tan korktukları gibi veya daha fazla bir korkuyla insanlardan korkmaya başladılar.” Demektedir.

Tabii ki, bunlar sadece “eziyet çeken Müslümanlar” değil, Onların dışında da bir grup aynı duruma düşüp zafiyet gösterdi ve maalesef dünyaya meylettiler. Devlet kurulduktan sonraki “rahatlık” kendilerini aldattı. Bu rahatlığı devam ettirmek ve dünyadan “daha fazla tatmak” isteyerek şöyle dediler:

“Rabbimiz, Savaşı niçin bize yazdın (farz kıldın), bizi yakın bir süreye kadar geri bıraksan (ileri bir zamana ertelesen) olmaz mıydı?”

Bu insanlar savaştan korktular, hep “orada çarpışıp öleceklerini” hesaba katıyorlar, sadece namaz kılmak ve zekât vermekle “hiç ölüm tehlikesi olmadan” cennete girmek istiyorlardı.

“Hayata devam edip çalışırız, zekât veririz, beş vakit namaz kılarız ama mücadele, çarpışmak zor bir şeydir, ölüm tehlikesi vardır.” düşüncesindeydiler. Onlar yalnız namazla ve zekâtla cennete girmek isterler!

Asrımızda da birçok insan böyle düşünüyor. Çünkü dünya insanlara değişik üslûplarla çok çok sevdiriliyor.

Bundan dolayı dikkat ederseniz “zalimlere karşı mücadele eden, İslâm Hilafet Devleti’ni kurmak yoluyla Allah’ın hükmünü tekrar ikame etmek ve cihadla tüm dünyaya İslâm davetini yüklenenlerin” sayısı azdır.

Genellikle Müslümanlar namaz kılarlar, zekât verirler, oruç tutarlar ve hacca giderler. Bu ibadetlerden dolayı zalimlerden kendilerine “her hangi bir sıkıntı ve eziyet gelmediği için” sadece bunları yapmakla yetinirler.

Dünyayı çok düşünen nice “korkak hoca, âlim ve otoritenin âlimleri” de konuşmalarında, yazıp çizdiklerinde sadece bu konular üzerinde duruyorlar ve maalesef Müslümanlara eksik ve çarpık bilgi veriyorlar.

Zalimlere karşı dişe diş mücadele etmek, cihat, Hilâfet ve daveti yüklenmekle ilgili hiçbir fikir vermiyorlar. Sanki mevcut olan otorite “meşru ve yasal bir otorite, onlara rıza göstermek ve bu zalimleri ulu’l-emr olarak kabul edip onlara itaat etmek gerekir” miş gibi Müslümanlara yanlış fikir ve bilgiler telkin ediyorlar.

Bu nedenle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem birçok hadiste bu tür âlimlerden Müslümanları sürekli sakındırmış, bunları “otoritenin âlimleri..” olarak adlandırarak, onları da “zalimlerle birlikte” cehennemlik olanlar olarak nitelendirmiştir.  

Allah-u Teâlâ dünyayı tercih edenlere cevap vererek Rasulüne şöyle demiştir:

“Onlara deki: Dünya menfaatinin değeri pek azdır. Allah’tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size zerre kadar haksızlık edilmez.”

Evet, insanlardan değil sadece “Allah’tan korkanlar için” ahiret daha hayırlıdır. O hayat daimî bir hayattır, menfaati hiç mi hiç eksilmez, tükenmez, pek tatlıdır, lezzetlidir ve sıkıntısızdır.

Burada şu gerçek vardır:

İnsan dünyayı tercih ediyorsa seviyorsa insanlardan korkar, çünkü dünyayı çok istemektedir, sırf “insanlar kendisine bir zarar ve sıkıntı getirmesinler diye” ve kendi çıkarlarını sağlamak için taviz üstüne taviz verir, ayetleri ve hadisleri yanlış bir şekilde tevil etmeye başlar.

Zalimlere karşı mücadele edenlerin ise Allah’tan daha fazla korktukları somuttur.

Bu mücadeleyi terk edip yalnız ibadetle yetinenler ise takva sahibi değildirler. Onlar “yapay bir takvaya” sahip olup “gerçek takva sahibi” olanlardan değildirler. Zira onlar büyük farzları terk ediyorlar.

Hâlbuki takva; “yalnızca Allah’tan korkmak” tır. Dava adamlarından biri zalim bir yönetici tarafından öldürülürse, Hamza RadiyAllahuAnh gibi “şehitlerin efendisi” olur.  

İnsan çok çok sıkıntı ve eziyetler içinde olursa illaki bundan kurtulmak için bir mücadele içine girer, savaşmaya hazır olur, böyle bir durum olmayınca ve rahata erince pek mücadele etmek istemez.

Bu tamamen “içgüdüsel” bir şeydir. Fakat insan kuvvetli bir iman ve takva sahibi olursa kendini asla içgüdülerine bırakmaz, bilakis benimsediği fikrine göre hareket eder.

İçgüdülere göre bir hareket söz konusu olsaydı Mekke’de silahlı mücadele gerekli idi. Zira Mekke’de Müslümanlar her türlü eziyet, işkence ve sıkıntı çekiyorlardı ve hemen karşılık vermek istediler de.

Buna rağmen silahlı mücadele yasaklandı. İslâm fikri ise böylesi bir durumda onlara “silahlı mücadeleyi yasak kılındı. Çünkü mesele asla “şahsî intikam alma veya kendini müdafaa etme” meselesi değildir.

Mesele; bir metot meselesi, yani Allah’ın kendi Rasulüne ve bütün Müslümanlara çizdiği bir “metot meselesi” dir. Buna uymak ise bir ibadettir.

Medine’de ise rahatlık ve emniyet vardı, sıkıntı ve işkence artık bitmişti. Dolayısıyla bir insan “içgüdüsel olarak” durup dururken savaşmak istemez. Fakat İslâm; “daima fikri, içgüdülere hâkim kılıp” Medine’de “savaş ve silahlı mücadeleyi” gerekli ve elzem kılar. İşte metot budur, mesele asla “bir sıkıntı ve eziyet görme durumlarında savaşılır, yoksa savaşılmaz..” meselesi değildir.

Bunlar sadece içgüdüsel bir tezahür ve görünüştür.

Asrımızda “İslâm davetini taşıyan bazı Müslümanlar” zalim rejimlerden çok sıkıntı ve işkence görünce hemen silah taşımaya başvururlar ve Allah’ın, Rasulüne vahyettiği metodu hemen “tevil etmeye” başlarlar. Durumlarını “Devlet kurulduktan sonra nazil olan ve cihadı emreden ayetlerle” karıştırırlar..

Bir kısım Müslümanlarda, “sıkıntı ve zahmet çekmekten kaçınmak için” küfür rejimlerine katılırlar, kendilerince bazı kıssaları ve hadiseleri tevil ederler. Oysa İslâm Devletinin olmadığı bir dönemde “Delaleti kesin” olan muhkem ayetlerle Allah-u Teâlâ bunu yasaklamıştır. Devleti kurmak “sırf fikrî çatışma ve siyasi mücadeleyle” olur ve kesinlikle “kâfirlerin yönetimine katılmak” yasaklanmıştır.

Allah-u Teâlâ ister sıkıntı olsun isterse rahatlık olsun Rasulüne ve tüm Müslümanlara asla değişmeyen bir metodu göstermiştir. Bu metot, insanların içgüdülerine, heva ve heveslerine ve arzularına göre bir metot değildir.

Bu tamamen fikrî bir husustur ve şer’î bir meseledir, Allah’ın emridir, onunla kayıtlı olunmak elzemdir, bu metottan kıl payı kadar ayrılmak veya kaymak hiçbir şekilde caiz değil bilakis haramdır.

Bu metottan ayrılmanın akıbeti ise ne kötüdür, neticesi asla İslâm’ın lehine çıkmaz. Gerçekte böyledir, nitekim geçmişte bunu deneyenler çok oldu ve hep aksi neticeler çıktı. Çünkü bu işi yapmakla, “fikrin metoduna” tamamen aykırı hareket etmiş oldular.

Ne zamanki herhangi bir şey veya fikir, “kendine has metoduyla” uygulanmadığı zaman netice hep aksi ve menfi yani olumsuz olur.

Takvası az olanlar veya tam takva sahibi olmayanlar hep kendi heva ve arzularına uyarlar, bu nedenle de ayetleri ve hadisleri yanlış bir şekilde tevil etmeye başlarlar, artık adeta “heva ve heves” onlara hâkim olur, onlardan asla doğru bir anlayış çıkmaz, onlardan hiçbir fikir de alınmaz, çünkü onlar artık doğru düzgün bir çalışma yapamazlar.

Oysa Allah-u Teâlâ insanları sürekli imtihan ediyor, deniyor. Böylece kimin kendi emrine uyacağı kimin de buna uymayacağı böylelikle belli olacaktır. Buna göre mükâfat verilecektir.

Ahireti kazananlar ise O’na uyanlardır, onların dünyada asla nasipleri de eksik olmayacaktır. Onların ne dünyada ne de ahirette nasibi eksilir.

“Siz bir iplik kadar haksızlık, zulüm görmezsiniz.”

Onların mükâfatı dünyada zafer ve izzet, ahirette cennet ve mağfirettir.